TurcoPundit
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 29 Mart 2004
Ulusal Güvenlik Konseyi
Richard Clarke’ın iddiaları ve 11 Eylül Komisyonunun çalışmaları ABD’deki “ulusal güvenlik sürecinin” mercek altına alınmasına neden olmuştur. Bu sürecin en merkezi kurumu 1947’de kurulan Ulusal Güvenlik Konseyi’dir. Başkan’ın hemen yanında yer alan, ortalama elli civarında uzmandan oluşan ve başlıca görevi değişik güvenlik kurumları arasında koordinasyonu sağlamak bu kurumun ağırlığı zaman içinde değişmiştir. Kissinger ve Brzezinski gibi Güvenlik Danışmanları zamanında profili yükselen Konsey, Reagan döneminde daha az önemli olmuştur. Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın en önemli görevlerinden biri değişik kurumlardan süzülüp gelen istihbarat, bakış açısı ve politika tercihlerinin Başkan’a doğru bir şekilde ve zamanında sunulmasını sağlamaktır. Güvenlik danışmanı ayrıca, her zaman Powell ile Rumsfeld arasındaki kadar olmasa da, genelde hep varolan Dışişleri/Pentagon arasındaki rekabetin belli bir düzeyi aşmasını engellemek durumundadır. Danışman ayrıca Başkan’a diğer önemli dış politika oyuncularından daha yakın olmanın verdiği avantajı kullanarak konular hakkında kendi kişisel görüşlerini özel ortamlarda sunmak gibi bir avantaja sahiptir. Condi Rice’ın ise, Bush ile yakın bir ilişki geliştirmesine rağmen, kendisinden çok daha tecrübeli dış politika aktörleri karşısında etkisiz kaldığı ve politikanın oluşturulması ve uygulanması sürecine ağırlığını gerektiği kadar koyamadığı iddia edilmektedir (bkz. ‘Bush Yönetimi’nin Personel Problemleri’, 13 Ekim 2003).
Her ne kadar ABD gibi başkanlık değil parlamenter sistem ile yönetiliyorsa da, ulusal güvenlik konseyi sistemi Türkiye için çekici bazı unsurlar içermektedir. İç, dış, güvenlik ve ekonomi politikaları arasındaki farkın bulanıklaştığı; hız, kriz yönetimi, kurumlar arası koordinasyon, bilgi, medya ve kamuoyunun öneminin arttığı, dış politikanın sivilleştiği ve sınırlı da olsa düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin siyasetteki girdisinin arttığı bir dönemde dış politikanın merkezinin siyasi kontrolün altına, Başbakanlık’a gelmesi daha doğru olabilir. Milli Güvenlik Kurulu’nun bıraktığı boşluğu doldurabilecek bu yeni birim, koordinasyon, ortak hafıza, uzun vadeli stratejik planlama, bilgi ve medya hizmetleri, konuşma yazma, istihbarat üretici ve tüketicilerini buluşturma ve yönlendirme gibi fonksiyon ve unsurları içerebilir (bkz. ‘MGK ve Türk Dış ve Güvenlik Politikalarının Sivilleşmesi’, 8 Ağustos, 2003). Böyle bir kurum Başbakan tarafından bürokrasiden ve dışarıdan atanmış bürokrat, asker ve siviller uzmanlardan oluşabilir. Bu kurum, politikanın oluşturulması sürecinde değişik kurumların katkılarının daha sağlıklı ve düzenli olmasına ve dış politikanın gerçek sahibinin Başbakan olduğu gerçeğinin benimsenmesine katkıda bulunabilir. Her sistem sonuçta onu oluşturan bireyler kadar iyidir. Eğitimli, yüksek profesyonel standartlara sahip ve çalışkan personel olmadan bir sistemin başarılı olması zordur. Ama Amerikan ulusal güvenlik konseyi sisteminin uyarlanması Türk dış politikasının modernleşmesine, demokratikleşmesine ve bazı kurumsal problemlerinin aşılmasına katkıda bulunabilir (bkz. Türk Dış Politikasının Modernleşmesi Üzerine Düşünceler, 10 Nisan 2003). (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 25 Mart 2004
ABD Deniz Aşırı Askeri Varlığında Değişim Planları
ABD’nin deniz aşırı askeri varlığının şekli ile ilgili köklü değişikliklere hazırlandığı uzun zamandır biliniyordu. Bu konuda giderek daha fazla ayrıntı kamuoyuna sızmaktadır. ABD’nin bağlılığından emin olduğu ülkelerde olacak birkaç ana bölgesel merkez dışında, Amerikan askeri varlığı daha küçük üslere yayılacaktır. Türkiye ve İncirlik’in hangi sınıflamaya girdiği sorusu henüz net değildir. Avrupa’daki askeri varlığı Batı’dan Doğu’ya, Amerika’ya zorluk çıkarabilecek kadar bağımsız hareket etme kapasitesi olan ülkelerden daha küçük, zayıf ve Washington’a değişik nedenlerle bağımlılık hisseden ülkelere kayacaktır. Bulgaristan ve Romanya’daki ara istasyonların hayata geçmesinden sonra Türkiye’nin önemi hava sahasına kayabilir. Malzeme ve mühimmatın depolandığı, bakımını az sayıda personelin yapacağı bu küçük üsler savaş ya da kriz döneminde geçiş noktaları olarak kullanılmak üzere dizayn edilecektir. Buradaki personelin aileleri olmadan ve sık sık rotasyona tabi tutularak konuşlandırılması planlanmaktadır.
ABD’nin çıkarları ile askeri varlığı arasında çift yönlü bir ilişki olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle bu yeni planlar Amerikan güvenlik politikaları ve müttefiklik ilişkileri üzerinde önemli etkileri yapabilir ve bir kere gerçekleştikten sonra geri çevrilmemsi kolay olmayan kalıcı sonuçları olabilir. Planlar doğrultusunda Almanya’daki Amerikan askeri varlığında yüzde altmışlara varan oranda bir azalmaya gidileceği iddia edilmektedir. Bu rakamın Almanya’yı endişelendirmek amacıyla bilerek sızdırılmış olması mümkünse de, bu ölçüde bir indirim gerçekleşirse bunun Washington-Berlin ilişkileri üzerinde ciddi etkileri olabilir. Almanlar en azından boyutu konusunda kendilerine yeterince danışılmadan gerçekleşecek gibi görünen bu radikal değişikliklerden sonra hem ABD’ye karşı kendilerini daha az bağımlı hissedecekler, ama öte yandan da kendi savunmalarını kendileri üstlenmek zorunda kalacak ve ekonomilerinin önemli sorun yaşadığı bir dönemde askeri harcamalarını arttırmak zorunda kalabileceklerdir.
Bu değişikliklerin arkasında bazı uzun dönemli stratejik hesaplar olsa da, daha öznel ve bazı ülkelere mesaj vermeye ve bir anlamda cezalandırmaya yönelik boyutu olduğu da düşünülebilir. Bu planlar basına sızdığı şekilde gerçekleşirse, ABD ile Avrupa’nın en azından Batısı arasındaki ilişkilerin daha da zayıflayacağı, ortak bir tehdit ve bu tehdide cevap konusunda buluşulmasının zorlaşacağı ve daha da önemlisi psikolojik olarak Atlantik’in iki yakasının farklı geleceklere doğru yürüdükleri şeklindeki izlenimin güçleneceği düşünülebilir. Bu farklılaşma Bush döneminde hızla derinleşmişse de, ondan öncesinde başlamıştı ve daha kontrollü olmak şartıyla muhtemelen Bush sonrasında da devam edecek bazı yapısal nedenlere dayanmaktadır. ABD ve Avrupa’nın, belki düşman değil ama 19. yüzyılvari jeopolitik rakipler olma ihtimali, ortak onca siyasi ve kültürel değere, ciddi kurumsal “tutkala” ve yıllık trilyonlarca dolarlık ekonomik faaliyete rağmen giderek artmaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 23 Mart 2004
Hamas Liderinin Öldürülmesi
Hamas liderine yapılan saldırı ile aşağıdaki yorumlar yapılabilir: Şaron saldırı ile Gazze’den çekilmesinin terör eylemleri nedeniyle değil, siyasi bir tercih sonucunda olduğunun altını çizmek istemiştir. İsrail Başbakanı’nın riskli ve cüretli girişimlere eğilimli olduğu bilinmektedir. Sharon bu operasyonla kendi partisi ve İsrail sağı içindeki ağırlığını arttırmayı ummaktadır. Sharon Gazze’den çekilirken geride bir karmaşa bırakmak ve değişik Filistinli grupları kendi içlerinde ve aralarında bir iktidar mücadelesine zorlamak ister gibidir. Ancak Hamas liderine yapılan saldırının Arafat’ı mı yoksa Hamas’ı mı güçlendireceği sorusunu cevaplamak o kadar kolay olmayabilir. İlk başta Hamas lehine güçlü bir duygusal hareketlenme olsa da, Hamas’ın Yassin kadar önemli başka bir dini lider çıkaramayabileceği ve bir süre sonra hem Hamas’ın hem de genel olarak Filistin hareketinin dini motiflere daha az vurgu yapan ve İsrail’le anlaşmaya daha yatkın Dahlan gibi yeni liderlere yer açılabileceği de iddia edilmektedir. Ayrıca Hamas’ın saldırıdan sonra iddia ettiği ABD hedeflerine saldırması düşük bir ihtimalse de, böyle bir şey gerçekleşirse, Orta Doğu’daki duruma yeni bir komplikasyonun eklenişini görmüş olacağız.
Böyle bir durumda Washington bu örgüte karşı direk tepki göstermek zorunda kalabileceği gibi, ABD içinde İsrail’in ABD’nin güvenliği ile ilgili sorunları daha da kötüleştirdiğini düşünenlerin seslerini bu sefer çok daha yüksek sesle duyurmalarının önü açılmış olabilir. Şaron, kendisine karşı zaten hemen her zaman aşırı müsamahakar olmuş Washington’un, istese bile, Başkanlık seçimine sadece aylar kalmışken, kendisine fazla bir tepki veremeyeceğini de bilmektedir. Saldırıdan sonra haklı olarak vurgulanan başka bir konu da, Büyük Ortadoğu Girişimi’nin bir başarısı şansı olması için Filistin sorunun çözülmesi, ya da, en azından, ABD’nin bu konuda şimdiye kadar olduğundan daha az taraflı bir görüntü çizmesi gerektiğidir. Aksi halde Arap halklarının ABD’ye karşı duydukları tepki ve hatta nefret, şu anda bile ayara ihtiyacı olan bu reform önerilerinin hayata geçirilmesini zorlaştıracaktır. Bu arada Arap liderlerse, ABD’nin yetersiz ve problemli olmasına rağmen kendilerini tedirgin etmeye yeten girişiminin bu hengamede kaybolup gitmesinden memnun olacaklardır. Bir olayın kısa vade ile uzun vadedeki sonuçlarının yönü farklı olabilir. Aynı şekilde, inanmak istediğimiz ve ahlaki olarak doğru olduğunu düşündüğümüz şeylerle gerçekler arasındaki farkı görmezden gelmeye meyilliyizdir. Genel olarak Türk kamuoyunda İsrail’in haksız olduğu düşünüldüğü için, geçen günkü saldırı gibi eylemlerinin başarısız olması istenmektedir ve bu istek konu ile yapılan “analizlerin” büyük bölümüne sirayet etmiştir. Halbuki, Hamas liderine yapılan saldırı, hemen değilse bile orta ve uzun vadede, kesin olarak değilse bile yaklaşık olarak, Sharon’un ilk paragrafta ifade edilen türden hedeflerine yakın sonuçlar verebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 22 Mart 2004
ABD Seçimleri Üzerine
Bush Yönetimi, John Kerry’nin savunur göründüğü, teröre karşı nüanslı, çok boyutlu ve çok taraflı politikalarla mücadele etmek gerektiği şeklindeki görüşleri, fazla yumuşak, liberal, entellektüel, kararsız ve sonuçta başarısız olmaya mahkum bir yaklaşım olarak sunmak istemektedir. Başkan Bush’un, liderliğini Karl Rove’un yaptığı iç politika danışmanları Kerry’i Amerika’nın çıkarlarını ve güvenliğini uluslararası kurumların ve başka ülkelerin insafına bırakmaya hazır bir lider olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu arada siyasi rakiplere karşı değişik polisiye metotlarla çalışmakla ün kazanmış olan Rove’un, Kerry’nin geçmiş siyasi kariyerindeki eğer varsa çelişkili, esrarengiz ve hatta belki de yüz kızartıcı yönleri ortaya çıkarmasını bekleyebiliriz.Teröre karşı etkili politikalarla sert politikaların her zaman aynı olmayabileceği doğruysa da güç kullanma opsiyonu dış politikanın ve teröre karşı mücadelenin önemli bir unsuru olmaya devam etmektedir. Belki Bush Yönetimi’nin yanlışı politikanın diğer unsurlarını – diplomasi, işbirliği, uluslararası kurumlar, istihbarat, polisiye tedbirler, kamu diplomasisi, ‘yumuşak güç’, ekonomik yardım- büyük ölçüde geri plana itmesidir. Bu noktada tarzın da önemli olduğu söylenebilir. Bir çok gözlemci örneğin Clinton’un Bush’unkine yakın sayılabilecek politikaları çok daha az kamaşa ve tepki yaratarak uygulayabileceğini düşünmektedir.
Dünyanın o kadar önemli bir kısmı Bush’un seçimi kaybetmesini istiyor ki, bu gerçekleşmezse ortaya oldukça garip bir durum ortaya çıkacaktır. Bu olursa Bush’un politikalarının halk tarafından onaylandığını düşünüp yeni önleyici savaşlara mı girişeceği sorusu, yoksa son aylarda seçim nedeniyle olduğu düşünülen daha yumuşak politikalara mı meyledeceği sorusunu şimdiden cevaplamak zordur. Bush’un seçimi kaybetmesi halinde Cumhuriyetçi Parti’nin dış politikada klasik realist dönüş yapması yüksek bir ihtimaldir. Kerry’nin kazanması halinde ise Amerikan dış politikasındaki değişim Avrupa ve Türkiye’de bir çok kişinin beklediği kadar keskin olmayabilir. Washington’un seçimden önce gerçekleşmesini istediği Irak’ta sorumluluğun BM ve Nato ile paylaşılması fikrinin hayata geçirilmesi, bir çok devletin, başka nedenlerin dışında, böyle bir şeyin Bush’un seçilme şansını arttırabileceğini düşünmesi nedeniyle zordur. Amerikan seçimleriyle ilgili ikinci ilginç sayılabilecek nokta ise Clinton ailesinin henüz Kerry’ye ne siyasi olarak ne de Bush’un 200 milyon dolarlık “savaş makinasına” karşı koyabilmek için gerekli olan ekonomik desteği sağlama konusunda ciddi bir destek vermeyişidir. Kendi bunu hep reddetmiş olsa da hemen herkes Hillary Clinton’un gönlünde 2008’de aday olmak olduğunu düşünmektedir. Ancak Kerry bu seçimleri kazanırsa, çok büyük bir başarısızlık ya da ölüm olmazsa, 2008’de yine Demokratlar’ın adayı olacağına göre, acaba Clinton ailesi bu seçimleri Bush’un kazanmasını tercih ediyor olabilir mi? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 18 Mart 2004
Irak Harekatının Yıldönümü
Son iki yılda Irak harekatı tartışması, önemli bir kısmı elektronik ortamda yaşanmasına rağmen, büyük ormanların kıyımına neden olmuştur. Harekatı savunanlar, karşı çıkanlar, sempati veya şüpheyle bakanlar sayısız argüman ve bakış açısı geliştirmişlerdir. Gerçek anlamda global bir tartışmanın odağındaki bu olay için yeni bir şey söylemek oldukça zordur. Irak’ta kitle imha silahlarının bulunamaması harekatla ilgili olumsuz yorumları daha da arttırmıştır. Bush Yönetimi kendisine Irak ile yapılan eleştirilerin önemli hiçbir noktasını kabul etmemektedir. Washington, Saddam’ın tam da bu silahlara sahip ya da ona yakın durumda biri gibi davrandığını, bu konuda diğer bütün Batılı istihbarat servislerinin de aynı şekilde düşündüğünü, muhtemelen Saddam’ın kendisinin bile kendi bilim-adamlarınca buna inandırıldığını belirtmektedir. Amerikan Yönetimi, kitle imha silahları, Batı karşıtı diktatörlükler ve uluslararası terörizmin bir araya gelme ihtimalinin, eski dönemden farklı olarak, artık tahammül edilemez bir belirsizlik yarattığını kabul etmektedirler. Bush Yönetimi ayrıca Irak’taki rejim değişikliğinin terörle mücadele ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi konusunda caydırıcı bir etkisi olduğunu ve bu ülkenin Orta Doğu’da demokratikleşmesi konusunda, yaşanan bazı olumsuzluklara rağmen, müspet bir emsal yarattığını iddia etmektedir. Ancak Irak’ta rejim değişikliğinin sadece kendisi değil, yapılış tarzı, zamanlaması ve sonrası için yapılan hazırlıkların yetersizliği ciddi şekilde eleştiri konusu olmuştur. Saddam rejiminin devrilmesinin kendi başına olumlu olduğunu düşünenlerin bir kısmı yine de bunun ivedi bir sorun olmadığını, harekatın fırsat maliyetinin ve diğer alanlarda yaptığı tahribatın harekatın getirisi ve ortaya çıkardığı fırsatların çok ötesinde olduğunu düşünmektedir. 11 Eylül’ün ABD’de yarattığı atmosfer içinde yeterince dinleyici bulamayan harekat karşıtı argümanlar giderek daha fazla taraftar bulmaktadır.
Irak’ta kitle imha silahları bulunamaması, aslında savaştan önce de istihbarat kurumlarının bu silahların olduğuna dair somut istihbaratı olmadığının ve genel olarak bu istihbaratın Bush Yönetimi’nin tercihleri yönünde manipule edildiğinin ortaya çıkması, bu tür önleyici harekatların ileride gerçekten gerekli olduğunda bile yinelenmesini zorlaştırabilir. Bu arada İran ve Kuzey Kore’nin bu silahlara sahip olma ve Pakistan’ın da yayma konusundaki faaliyetleri gereken ilgi ve öncelikle ele alınmamıştır. Önleyici savaş kavramına belli bir sempati ile bakanlar bile bunun ABD’nin yeni tehditlere karşı “alet çantasındaki” alternatiflerden biri olmasını ama politikanın normu olmaması gerektiğini savunmaktadır. Başkan Bush Irak harekatın konsantre olduktan sonra uzun süre El Kaide ve Bin Laden lafını ağzına almamış, Amerikan devleti için bile sınırsız olmayan askeri, siyasi, ekonomik ve istihbaratla ilgili kaynakları Irak’a hasredilirken terörle mücadele konusu gündemin alt sıralarına düşmüştür. Irak’ın işgali sadece Müslüman dünyada değil global anlamda geniş kitleleri değişen derecelerde Amerikan aleyhtarlığı yönünde radikalleştirmiştir. ABD, son İspanya seçimlerinde görüldüğü gibi “yeni Avrupa’nın” önemli bir kısmının da dahil olduğu bir çok önemli Avrupalı müttefikini karşısına almıştır. Bush Yönetimi bu süreçte, BM ve Nato gibi, kusur ve yetersizlikleri olsa da, uluslararası sistemin önemli ayakları olan kurumlara ciddi zarar vermiştir. Harekatı eleştirenler, demokratikleşmenin ABD’nin niyetlerine ciddi ölçüde şüphe beslenen bir coğrafyada işgal yoluyla başarılı olma ihtimalinin düşük olduğunu düşünmektedir. Bu grup, işgalin Orta Doğu’ya istikrarsızlık tohumları getirdiğini etmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 16 Mart 2004
İspanya’daki Saldırılar Üzerine –2
İspanya’daki bombalar, seçimin sonucu ve yeni Başbakan’ın Irak’tan askerleri çekme kararı dünya gündemine hareket getirmiştir. Bush Yönetimi ile yakın ilişki içine girmiş ülkeler pozisyonlarını gözden geçirmektedirler. Bu durumda Bush’un seçimi kazanamayabileceğinin ciddi bir ihtimal olarak ortaya çıkması da rol oynamış olabilir. Bu hükümetler teröre prim vermekle yeni bir saldırının hedefi olmak ve seçmenler tarafından cezalandırılmak arasında kalabilir. Gerçi Aznar Hükümeti saldırıların arkasında El Kaide’nin olabileceğini baştan kabul etmek istemez bir görüntü vermeseydi yine seçimi kaybeder miydi bilinmez ama saldırıların Bush ile fazla yakın görünmenin bir maliyeti olarak algılanması kaçınılmazdır. Diğer ülkelerin bunu İspanya’daki yeni Hükümet’e göre daha yumuşak bir şekilde, zamana yayarak yapması beklenebilir. Yeni İspanyol lider, asker çekme kararının ötesinde Fransa ve Almanya ile bozulan ilişkilerini düzeltmek niyetini ifade etmek ve Bush ile Blair’i oldukça net ifadelerle eleştirmek gibi, AB içinde ve transatlantik ilişkilerinde dengeleri etkileyebilecek adımlar atmıştır. Bush Yönetimi’nin Avrupa’daki en yakın müttefiki olan Blair’in durumu sürekli bir kriz halindedir. Gerçi Blair benzeri bir çok krizi atlatmış ve Başbakanlık günlerinin sayılı olduğunu düşünenleri hep yanıltmıştır. Bunun en büyük nedenlerinden biri kendisine duyulan güvenden çok kendi bir çok kusuru olan Gordon Brown dışında ciddi bir rakibi olmayışıdır.
Terör saldırıları, kime, ne zaman ve ne şekilde yapıldığına göre değişmekle beraber, ülkelerin dış politikasını sadece etkilemekle kalmıyor, bazen şimdi İspanya’da gördüğümüz gibi, tam tersine de çevirebiliyor ki, bu aslında çok korkutucu bir şeydir. Teröristler sonuç aldıklarını, olayları, politikaları ve trendleri etkilediklerini görürlerse terörün sonu gelmez. Yeni lider Zapatero askerleri geri çekmenin seçim vaadi olduğu, bu kararın bombalardan önce verildiğini ve terörle mücadele etmenin Irak’a asker göndermenin dışında yolları olduğunu söyleyecekse de “terörist ateşi altında geri çekilmenin” daha zarif yolları bulunmalıdır. İnsan Bush Yönetimi’nin güvenlik politikalarını ve Irak’ın işgalini onaylamasa da bu karardan rahatsızlık duyabilir. Gerçi değiştirilenler popüler olmayan yanlış politikalarsa sırf “ateş altında geri çekilmemek” için onlarda ısrar mı edilmeli sorusu da meşrudur. Ayrıca ABD ile arasına mesafe koyan Türkiye gibi ülkelerin de terörün hedefi olduğu unutulmamalıdır. Türkiye 1 Mart’ta ABD askerlerini reddetti, sonra da Hamletvai sürecin sonunda çok isteksizce Irak’a asker gönderme kararı aldı ama yine de El Kaide’nin hedefi olmaktan kurtulamadı. Acaba saldırıyı düzenleyenler tam bu sonucu elde edeceklerini umuyorlar mıydı gerçekten? El Kaide’ye aslında sahip olmayabileceği bir rasyonellik, analitik düşünme ve stratejik karar verebilme yeteneği yüklerken dikkatli olmak gerekir. Dağınık bir yapısı olduğu söylenebilecek El Kaide’nin her eyleminin sonuçlarını öngörebildiğini düşünmek yanlış olabilir.
İspanya’daki seçim sonucu ve sonrasında Madrid’in Bush Yönetimi ile arasına mesafe koyması, elbette tek başına değil ama benzer gelişmelerle birleşirse bir trend olarak algılanabilir ve ABD seçim sonuçlarını etkileyebilir. Bush Yönetimi’nin sadece klasik olarak ABD ile sorunlu ilişkileri olan Fransa gibi müttefikleri değil, İspanya, Türkiye, yakın zamana kadar ABD’nin kıta Avrupası’ndaki en önemli ortağı Almanya ve hatta İngiltere ile ilişkileri zarar vermesi önemsiz gelişmeler değildir. İngiltere’de ABD ile “özel ilişkinin” esas sahipleri olan Muhafazakarlar bile Bush Yönetimi ile fazla yakın bir görüntü bir görüntü çizmenin kendileri için iyi olmadığını fark etmiş görünmektedir. Bu noktada John Kerry’nin, dünyanın Bush’u istemediği mesajını dolaylı ve yumuşak bir şekilde vermesi kendisinin şansını arttıracaktır. Ama bu mesajı kampanyasının merkezine koyarsa ve “dünya beni istiyor, siz de bana oy verin” şeklinde algılanabilecek bir mesajı abartılı bir şekilde vermeye kalkarsa, bu geri tepebilir. Amerikalılar sonuçta kendi Başkanlarını kendileri seçmek isteyeceklerdir. Madrid’deki saldırıların akla getirdiği ama cevaplaması zor olan başka bir soru da seçim öncesinde ABD’de veya yurtdışındaki ABD hedeflerine yönelik benzer bir saldırının gerçekleşmesi halinde bunun etkisinin hangi yönde olacağıdır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 15 Mart 2004
Kürt Sorunu Üzerine Notlar
İran ve Suriye’den gelen haberler Irak’ta yaşananların Orta Doğu genelinde bir Kürt hareketlenmesi yaratabilecek olduğunu düşündürtmektedir. Olayların ne kadar kendiliğinden yerel dinamiklerle, ne kadar provokasyon, ne kadar “kaza” sonucu çıktığı konusunda net konuşmak mümkün değilse de, Kürt hareketinin sınır aşırı karakteri ve harekete geçirebileceği dinamikler hakkında bir fikir sahibi olmaktayız. Demokrasi bazen ifade edildiğinin aksine her şeyin çözümü değilse ve hatta bazen gereksiz komplikasyonlar ve zorluklar yaratsa da, İran ve Suriye’nin Kürt bölgelerinde yaşanan olayların en azından şu aşamada Türkiye’de yaşanmıyor olmasında, başka şeylerin yanında, Türkiye’nin demokratik olarak bu ülkelerden çok daha ileri oluşunun ve daha da ilerliyor olmasının da payı vardır. Türkiye’nin AB sürecine şüphe ve eleştiriyle bakanlar bile bu sürecin yarattığı umut ve beklentilerin sorunun pasifizasyonuna katkısı olduğunu kabul etmelidir. PKK terörünün sona ermesinde şüphesiz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri alanda kazandığı başarının önemli bir payı vardır. Ancak, bu kurumu genelde eleştirmeye meyilli olanların -bir yandan maliyetini sorgulamaya devam ederek de olsa- kabul etmeleri gereken bu başarının ne mutlak ve nihai olduğu, ne de tek başına yeterli olacağı yanılgısına düşülmemelidir. Bu askeri başarı Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye’nin AB süreci ile birleşerek Türkiye’ye zaman kazandırmıştır ama bu sorunu ilelebet çözmüş değildir. Burada sorulması gereken soru, 1) AB sürecin devam edip etmeyeceği ve ne şekilde sonuçlanacağı ve 2) bu sürecin bazen endişeyle ifade edildiği gibi, yaratığı yeni “demokratik” istek, beklenti ve ihtiyaçların Türkiye’nin birliğini tehlikeye atacak boyuta gelip gelmeyeceğidir.
“İdeolojik hapları” bir kenara bırakmalı, dünyanın ders kitaplarında anlatıldığından daha karmaşık ve acımasız olabileceğini unutmamalı, daha dürüst bir tartışmaya başlamalı ve demokratik açılımların bir yandan pasifleşmeye katkı yaparken öte yandan da karşılanması her zaman mümkün olmayabilecek yeni istek, beklenti ve ihtiyaçlar yaratabileceğini kabul etmeliyiz. Bazen bu durum “kronik bir orta-yolculuk” olarak görülmeye müsait olsa da gerçeğin ve doğru politikaların tek bir yaklaşım ve paradigmanın tekeline girmeyecek kadar kaprisli olduğunu kabul etmeliyiz. Türk siyasetindeki tartışmaların çeşitlenmeye ve daha fazla oranda hibrid argümanlara ihtiyacı vardır. Bir iki yazısını okuduktan sonra başka bir çok konudaki düşüncesini önceden tahmin etmenin çok kolay olacağı bu kadar çok yazara sahip olmak zenginlikten çok hayal gücü fukaralığına işaret etmektedir. Örneğin iç politikada liberal açılımlara yakın olmak, ne bunun risklerine karşı duyarsız olmayı, ne de dış politikada şahin pozisyonlara tamamen kapalı olmayı gerektirir. Türkiye’nin AB sürecinin herhangi bir nedenle kesintiye uğramasının, Irak’ta yaşananlarla birleşerek şiddeti tekrar geri getirmeyeceğinden emin olamayız. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken konulardan biri de, ABD’nin PKK’ya karşı hala süren ve sona ereceğine dair hiçbir somut emare gözükmeyen müsamahakar tutumudur. Bu tutum ne yazık ki bir-iki şikayetten sonra kabullenilmiş gibidir. ABD, PKK’ya karşı kararlılığını ortaya koymayarak ve daha önce burada ifade edilen [bkz. 19 Ocak 2004, 4 Ekim 2003, 15 Eylül 2003] türden ve iddia edilenin aksine aslında Washington için sadece sınırlı maliyet, risk ve zorluklar içeren önlemleri almayarak, bu örgütün terörü nihai olarak reddetmeye zorlama fırsatını kaçırtmaktadır. Bu durum, Türk basınında yer alan Washington’un pozisyonu konusunda fazla “anlayışlı” bazı yazılara rağmen aslında kabul edilmez bir durumdur ve haklı olarak Kürt sorunu konusunda olumsuz spekülasyonlara kaynaklık etmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 11 Mart 2004
İspanya’daki Bombaların Düşündürdükleri
Bu olayı “Avrupa’nın 11 Eylül’ü” olarak adlandırma itkisine hemen kapılmamak gerekse de, muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Batı Avrupa’da yaşanan bu en büyük terör eylemi olan bugünkü bombaların sorumlusu yerel bir terör örgütü olan ETA ise bile bunun genel olarak Avrupa’da güvenlik sorununa bakışta ciddi etkileri olacağı rahatlıkla iddia edilebilir. ETA olayı üstlenmez ve saldırıların failleri bir süre muğlakta kalırsa El Kaide ya da benzeri bir İslami terör örgütünün sorumlu olabileceğine dair spekülasyonlar artacaktır. Aznar’ın Bush Yönetimi’ne en yakın duran Avrupalı liderlerden biri olması İspanya’nın böyle bir örgüt tarafından hedef alınmış olabileceği iddia edilebilir. Bu durumda sadece İspanya’da değil Avrupa genelinde Müslüman azınlıklara yönelik siyasi ve sosyal olumsuz bir tepki gelebilir ve bu kitleye yönelik özel takip ve güvenlik operasyonları gündeme gelebilir. Olayın ardında Müslüman bir örgütün çıkması halinde bunun dolaylı olarak Türkiye’nin AB üyeliği şansının olumsuz olarak etkilemesi bile beklenebilir.
Saldırılar güvenlik konusunda daha sert önlemler alınmasını savunan İngiliz, Fransız ve Alman İçişleri Bakanları’nın (David Blunkett, Nicolas Sarkozy ve Otto Schilly) profilini yükseltebilir, güvenlik konusunda daha sert ve maharetli olarak görünen siyasetçi ve partilerin şansını arttırabilir. Avrupalıların 11 Eylül türü bir şey yaşamamış olmaları onların Amerika’nın 11 Eylül’den sonraki pozisyonuna mesafeli duruşlarının önemli nedenlerinden biri olarak görülmekteydi. 11 Eylül, ideolojik olarak El Kaide’den çok farklı amaçları olan terör örgütleri için de teknik anlamda bir ilham kaynağı olmuş olabilir. Değişik ülkelerdeki bazı yerel terör örgütleri ve hatta nihilist bireysel teröristlerin şiddet ve öldürücülük derecesi yüksek, koordineli, spektaküler 11 Eylül’den etkilenerek “böyle bir şeyi biz de yapalım” diye düşünüyor olabilirler. Karanlık yönleri hala aydınlamamış olan ABD’deki şarbon olayı, Washington bölgesinde tüfekle uzaktan insanları vuran Malvo olayı buna örnek olarak gösterilebilir. Bugünkü saldırıların şu an böyle bir işaret olmamakla beraber bireysel/nihilist bir eylem olması ya da genelde düşünüldüğü gibi ETA tarafından düzenlenmiş olmasını ummak gerekebilir. Olayın arkasında Müslüman kökenli bir terör örgütünün olmasının ise boyutu tam olarak kestirilemeyecek daha büyük olumsuz sonuçları olabilir. Bu durumda terörle mücadele o hep korkulan ve bazıları tarafından hali hazırda gerçekleştiği düşünülen medeniyetler arası bir renk alabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 08 Mart 2004
Geçici Anayasa – “Liberal” Dış Politika’nın Eleştirisi
Irak geçici anayasasının Türkiye açısından iki ana olumsuz yönünden bahsedilebilir. Birincisi Türkmenler’in neredeyse tamamen resmin dışında tutulmalarıdır. İkinci nokta ise, üç bölgede üçte ikiden fazla oyla reddederlerse Kürtler’e pratik anlamda yazılacak nihai anayasayı veto etme hakkı tanınmasıdır. Bu durum Kürtlerin anayasa yazılırken kendilerine bağımsızlık yolunu açık bırakacak ifadelerde ısrar etmeleri gücünü vermek gibi ciddi bazı riskler içermekle beraber, öte yandan da, Kürtler’e Bağdat’ta -mümkün olan ama aslında muhtemel de olmayan- bir şeriat rejiminin ortaya çıkmasının önünü alma gücünü verecektir. Nüfusun yüzde 20’sinden bile az olmalarına rağmen anayasayı veto etme hakkı gibi önemli ve orantısız bir güç kazandıktan sonra Kürtler bağımsızlık talebinde bulunmak konusunda önemli bir argümanlarını kaybetmiş olabilirler. Ciddi bir otonomi elde edecek gibi görünen Kürtler, bu fiili veto hakkını ve Bağdat’ta muhtemel bir başbakanlık gibi kazanımlar elde ettikten sonra hala Irak’tan ayrılmakta ısrar ederlerse dışarıda taraftar bulmaları daha da güç olacaktır. Kuşkusuz nihai anayasaya kadar daha çok gelişmeler yaşanacaktır ve bu genel fikirler yanlış çıkabilir. Daha ayrıntılı ve sağlıklı bir fikir sahibi olmak için Türk anayasa hukukçuları, bölgeyi yakından takip eden uzmanlar ve devlet kurumlarının daha yakın bir çalışma içinde olması gerekir.
Sistani hangi sözleri alarak ve hangi hesaplarla imzaya izin verdi? Bir görüşe göre Şiiler bunun geçici bir anayasa olduğunu, seçimler sonrasında elde edecekleri çoğunluk ve bunun vereceği moral üstünlük ile daha ileri iddialarda bulunabilirler. Bu şartlarda Sistani
direnmenin anlamsız ve gereksiz olduğu sonucuna mı vardı? Geçen hafta Şiiler’e yapılan saldırılar ABD ile ipleri tamamen koparmak istememesi sonucunu yaratmış olabilir. Ucu açık bir komplo teorisi ile söylemek gerekirse Sistani, doğru veya yanlış bir şekilde, eğer Arap dünyasındaki bir çok kişi gibi bu saldırıların arkasında ABD’nin dolaylı da olsa parmağının olduğunu düşünüyorsa, Washington’a fazla sorun çıkarması halinde kendi hayatının da tehlikeye girebileceğini düşünüyor olabilir mi? Bazı Sünnilerin inandığı başka bir komplo teorisine göre ise ABD Sistani’den ‘yalan bir kahraman’ yaratmıştır. Bu teoriye göre aslında tribünlere oynanan danışıklı bir didişme söz konusudur. Sistani arada bir çıkıp işgale karşı tavır almakta ama sonunda “yola gelmektedir.” Anayasanın imzalanmasının ertelenmesi de bu tür bir oyunun parçasıdır.
---
Uluslararası ilişkilerde, ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların büyük ölçüde suni olduğu, yeterince konuşulursa üstesinden gelinmeyecek sorun olmadığı, her şey değilse bile önemli olan her şeyin göründüğü gibi olduğu, sürekli “buzağı aramamak” gerektiği, prensip olarak karşı tarafın iyi niyetli olduğunu var saymamız gerektiği, biz bir geri adım atarsak karşı tarafın da buna aynı şekilde karşılık vereceği ve geçmişte durum farklı ise bile dünyanın artık değiştiği şeklindeki düşünceler Türk medyasında giderek daha fazla dile getirilmekte ve taraftar bulmaktadır. Hatta bu düşünceler artık birkaç kişi tarafından savunulan yeni ve marjinal düşünceler olmaktan çıkmakta ve adeta yeni bir “merkez” haline gelmektedir. Bir temenni ve umut olması gereken bu düşünceler yeterince sorgulanmadan adeta teolojik bir inançla kabul edilir ve daha da ötesi ülkenin dış politikasını belirlemeye başlarsa hüsranla sonuçlanabilecek gelişmelere neden olabilir. Dünya, Amerikalı yeni muhafazakarların bıkıp usanmadan söyledikleri gibi, hala çok tehlikeli bir yerdir ve Avrupa gibi bazı kurtarılmış bölgelerin iç ilişkileri dışında uluslararası ilişkiler büyük ölçüde Kant’tan çok Hobbes’un altını çizdiği yazılı olmayan kurallar tarafından organize edilmektedir. Bu sözler diyalog, uzlaşma ve işbirliğine kapalı olmak olarak değil, ama bunları yaparken ihtiyatlı olmanın hala önemli olduğu şeklinde anlaşılmalıdır. Kabul etmek gerekir ki bazen uzlaşma, bunun farkında olmak ve hesabını yapmak şartıyla, risk almayı da gerektirebilir. Ama bu risklerin olabildiğince dağıtılması, karşılıklı olması ve kontrolsüz olmaması gerekir. Ama Türkiye’de uluslararası ilişkilerde liberal okulun prensiplerini savunur görünen yazarların önemli bir kısmının birincil ilgi alanı Türkiye’nin ne kadar risk alması ve ödün vermesi haline gelmiştir. Bazen bu grup çeşitli konularda ödün vermeye daha yakın pozisyonlara, söz konusu konu ve krizleri ayrıntılı olarak araştırıp analiz ederek değil, genel prensiplerden tümdengelim yoluyla gelmiş intibaı vermektedir. Sertlik yanlıları da sık sık aynı hataya düşseler bile onların kusurları aynı derecede kaygı verici değildir. Çünkü eğer gereksiz, beyhude ve tehlikeli ödünler vermekle yeterince esnek davranmayarak parlak fırsatları kaçırmak arasında bir tercih yapmak gerekirse ikincisinin daha anlaşılır ve tercih edilir olması gerekir. İnsan ille bir hata yapacaksa bunun teslimiyetten çok inatçılıktan yana olması yeğdir.
“Liberal” grup, dış politikada daha sıkı durulmasını savunan kişi ve grupların bu noktaya kişisel ve grup çıkarları gereği geldiği ve/veya değişen dünyayı anlamadıkları şeklinde bir yaklaşıma sahiptir. Yine kabul etmek gerekir ki, statükocu cephe içinde bu tür kişi ve gruplar gerçekten mevcuttur ve hatta belki çoğunluk bile olabilirler. Ama bir görüşü savunan ya da savunur görünen kişilerin geçmişleri ve yanlışları o dünya görüşünün toptan yanlış olduğunu kanıtlamak için yeterli olmamalıdır. Dünyaya ve dış politikaya şüphe ve ihtiyatla bakmanın hiçbir entelektüel altyapısı olmadığını iddia etmek ancak tarih ve insan doğası konusunda yeterince bilgili olmayanlardan beklenebilecek bir hata olmalıdır. Dış dünya ile daha yakın ilişkiler kuran, daha iyi eğitimli, daha çok okuyan, seyahat eden ve araştıran grubun “liberaller” olması belki de onlara kendi pozisyonları hakkında yanlış ve hakettiklerinin ötesinde bir özgüven vermekte ve kendi varsayımlarını yeterince güçlü bir şekilde eleştiriye tabii tutmalarını engellemektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 04 Mart 2004
ABD Seçimleri Üzerine Notlar
ABD’deki seçimin sonucunu belirleyecek başlıca faktörler şunlar olabilir: Ekonomide istihdam yaratmadan gerçekleşen büyümenin seçmenleri tatmin edip etmeyeceği, ABD hedeflerine yönelik yeni bir terör saldırısı olup olmayacağı, Bin Ladin veya El Kaide’nin üst düzey liderlerinin yakalanıp yakalanmayacağı, seçime giderken Irak’taki durumun ne kadar istikrara benzer bir şekil alacağı, adaylarla ilgili yıkıcı skandalların ortaya çıkıp çıkmayacağı, Demokratlar’dan belki sınırlı ama öldürücü oranda oy çalabilecek Ralph Nader’in seçime girip girmeyeceği. Ayrıca dünyanın geri kalanının çok önemli bir kısmının yarışı Demokrat adayın kazanmasını istemesinin Amerikan seçmeni üzerinde belki sınırlı -ama yarışın çok yakın geçeceği tahmin edildiği için- sonuçta önemli bir etkisi olabilir. Bunun dışında eğitim, sağlık, dış ticaret, kürtaj, silah kontrolü, eşcinsellerin evlilik hakkı, çevre gibi konularda adayların seçmene ne tür mesajlar verecekleri ve ne ölçüde inandırıcı olacakları da
önemlidir. Bunların da ötesinde tanımlanması çok kolay olmayan “karakter” kavramı da belirleyici olabilir. Bunun içine seçmenlerin adayın karar verme gücüne ve doğru ekibi seçeceğine güvenmesi, dürüstlük, kararlılık, söyledikleri ile geçmişte yaptıkları arasındaki uyum ve sıradan Amerikalı ile onların dertleri, umutları ve korkularını anladığını göstererek kurulabilecek duygusal bağlantı gibi şeyler girebilir.
Adayların yardımcı olarak kimleri seçecekleri de birinci dereceden olmasa da bir faktör olacaktır. Son günlerde Bush’un Cheney’den vazgeçebileceği yönünde çıkan haberler artmaktadır. Cheney’i yıpratan faktörler arasında 2001’de kurduğu Enerji Komisyonu, Halliburton şirketiyle ilişkileri, Irak’ta bulunmayan silahlarla ilgili savaş öncesi en ileri iddiaları ortaya attığı ve Amerikan istihbaratını istediği türden değerlendirmeler vermeye zorlaması, gizemli ve “karanlık” bir görüntü çizerek ve seçimlerde Bush’a tecrübesi ile getirdiğinden daha fazla zarar vermesi sayılabilir. Sağlık problemleri bahane gösterilerek Cheney’den vazgeçilebileceği söylense de bunun bir tür başarısızlık itirafı olarak görülerek Bush’a siyasi maliyeti olabilir. Başkan Bush, kampanyaya yaklaşık 200 milyon dolarlık çok ciddi bir ekonomik “cephane” ile girdiği ve seçime Başkan olarak girenlerin kazanmaya genelde daha yakın olması nedeniyle avantajlı görülse de, seçimi Gore’dan daha az oy alarak tartışmalı bir şekilde kazanmasına rağmen çok radikal politikalar izlemesi ve büyük şirketlerin çıkarlarına öncelik verdiği şeklinde oluşan izlenim Demokrat eğilimli seçmenlerde Başkan’a karşı büyük bir tepki ve hatta “nefret” oluşmasını sağlamıştır. Bu durum normalde sandığa gitmeyen Demokrat eğilimli bazı grupların bu kez oy kullanmalarına neden olabilir. Kerry ilk başta elde ettiği rüzgarla zorlanmadan ve aslında kendini yeterince de kanıtlamadan Demokratların adaylığını kazanmıştır. Ama Vietnam gazisi Kerry yardımcısı olarak da savunma konularında güçlü ve tecrübeli birini seçerse askeri geçmişi zayıf ve tartışmalı olan Bush’a karşı önemli bir avantaj kazanabilir. Bu arada Kerry’nin Bill Clinton’u yardımcı olarak seçebileceği şeklinde iddialar bulunmakta ve bunun hukuki olarak mümkün olup olmadığı tartışılmaktadır. Demokratlar adaylarını kendi aralarındaki tartışmada çok yıpratmamak ve Bush’a karşı olabildiğince uzun bir kampanya yapabilmesi için önseçim takvimini öne alındı ve hızlandırdı ama bunun da gerçek anlamda bir tartışma olmasını engellediği düşünenler de bulunmaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)
TurcoPundit - 2004 Mart öncesi arşivi için
http://ajp1914.blogspot.com adresine gidiniz.
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız