<$BlogRSDURL$>
TurcoPundit
25 June 2005
 
Dört Tarz-ı Siyaset: Türk-Amerikan İlişkileri ve Başbakan Erdoğan’ın Washington Ziyareti
Şanlı Bahadır Koç* Stratejik Analiz, Temmuz 2005

Spotlar

1. ABD’nin Türkiye’den istedikleri genelde, somut, ivedi, maliyetli, riskli ve bir kere verildi mi geri dönülmesi zor hususları kapsamaktadır. Karşılığında verdikleri ise daha çok belirsiz, sembolik, zamana yayılmış, kolaylıkla geri dönülebilir ve hemen hemen sıfır maliyetli veya zaten kendisi için de faydalı şeylerdir.

2. Stratejik ortaklık en ileri ilişki modelidir. Ama belki de en ideal olan model “büyük pazarlıktır”. İki ülke arasındaki ilişki şu ana kadar daha çok “veresiye satan” modeline uygun gelişmiştir. Bu yazı ise, bazı sakıncaları olmasına rağmen, mevcut şartlar altında ve belli bir süre için, en uygun ilişki şekli olarak “peşin satan” modelini önermektedir.

3. “Peşin satan” işbirliği modelinde taraflar birbirlerine yaptıkları iyilikleri, ödedikleri bedelleri ve aldıkları riskleri kısa aralıklarla takas-mahsup yoluna giderler. Her şey pazarlığa tabidir. Vadeler kısalmakta, cirolar düşmektedir. Toptan satışın yerini perakende alır. Senet kabul edilmez, nakit istenir. Alışveriş en temel ve en somut alanlara indirgenmiştir. Taraflar önlerini göremedikleri için uzun dönemli taahhütlere girmekten ve karşı taraftan da bu yönde istekte bulunmaktan kaçınırlar.

4. Washington’un Türkiye’de hükümet ile ordu arasındaki farklılık, rekabet, güvensizlik ve iletişim eksikliğini kullanma konusunda oldukça başarılı olduğu görülmektedir.

5. Türkiye’nin öneminin artması veya azalması ile Türkiye’nin çıkarlarının korunması arasında her zaman doğrudan bir ilişki olmayabilir.

6. Bazen müttefikler sırf karşı tarafa ne kadar önemli olduklarını hissettirmek için diğer tarafa kendilerine hiç bir maliyeti olmadan yapabilecekleri yardımları durdurmayı, azaltmayı ya da geciktirmeyi tercih edebilirler.

7. Uluslararası ilişkilerde saygınlık, onur ve inandırıcılık, ölçülmesi kolay olmayan ama somut sonuçları olabilecek önemli kavramlardır.

8. Olaylara Amerikan tarafının baktığı gözle bakmaya çalışmak ile bunu hiçbir analitik ve ahlaki filtreden geçirmeden tek ve değişmez gerçek diye ortaya koymak arasında fark olmalıdır.

9. Karşıdakinin ihtiyaç, algılama, değer, korku, umut, güç ve zayıflıklarını bilmeden oturulan müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması muhtemeldir.

10. 1 Mart kararının bedelinin getirisinden fazla olup olmadığı tartışılabilir ama kabul edilmelidir ki, 1 Mart ile Türkiye kendine güven ve saygı, ABD’ye karşı ise manevra alanı kazanmıştı.

11. Diplomasinin büyük ölçüde süreçlerin yönetilmesi, “nüansların biriktirilmesi”, zamanlama becerisinin gösterilmesi gereken bir sanat olduğunu unutmamak gerekir.


12. Stratejik ortaklık modelinde tarafların stratejik hedefleri, değerleri, çıkarları, tehdit algılamaları, öncelikleri ve alışkanlıkları arasında çok büyük benzerlikler vardır. Karşılıklı güven, saygı, dürüstlük ve şeffaflık esastır. İletişim ve danışma kanalları, sadece üst düzeyde değil daha aşağıda da, çeşitli, her daim açık ve bakım altındadır. Danışmalar sık, samimi ve olabildiğince adildir. Taraflar ortak ilgi alanları ile ilgili önemli bir adım atmadan önce birbirlerini bilgilendirir ve karşı tarafın fikrini alırlar. Tarafların ulusal güçleri birbirinden oldukça farklı olabilir, ama bu durumun yapılan karşılıklı danışmalara etkisi çok sınırlıdır.

13. Stratejik ortaklık, -deyim yerindeyse- masaldaki kralın giydiği, süslü ama gerçek olmayan giysiye benzemektedir.

14. Türk-Amerikan ilişkileri olması gerekenden, sağlıklı olarak gözlenebilecek ve ölçülebilecekten çok daha karmaşık bir hal almıştır ve bir tür sadeleştirmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü bu karmaşıklık; analitik kapasite, değişik kurumlar arasında koordinasyon becerisi, istihbarat, karşı kamuoyunu etkileme ve hatta şekillendirme kapasitesi gibi konularda Türkiye’den çok daha üstün olan ABD’nin lehine işleyen bir faktördür. Türkiye sadece dama oynarken karşısında satranç oynayan ABD her oyuna bir adım önde başlamaktadır.

15. Günün sonunda “dostluk” devam ediyor ama siz çıkarlarınızı koruyamıyorsanız buna nasıl başarı denebilir? İlişkilerin sağlığının göstergesi “aramızın iyi olması değil, Türkiye’nin çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi olmalıdır.

16. Tarihin yenilgiler, başarısızlıklar, acı sürprizler, trajediler, aptallıklarla dolu olan yüzü iyi etüd edilmelidir. İnsan doğasının bencilliği ve kötülüğü, devletler arasındaki ilişkilerin doğasının zannedildiği kadar değişmediği, uluslararası siyasette gücün önemi, müzakerelerin incelikleri, çıkarların uyuşmasının her zaman kolay ya da mümkün olmadığı, ödün vermeye çok hazır görünmenin bedelleri, diplomaside “zamanlama, nüans ve perspektif” üçlüsüne hakim olmanın önemi iyi idrak edilmelidir.

Giriş

Bu yazıda, genelde Türk Amerikan ilişkileri özelde ise Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Haziran ayında gerçekleştirdiği Washington ziyareti bütün boyutlarıyla tahlil edilmeye çalışılacaktır. Türkiye ve ABD ilişkilerinin önemli bir dönemden geçtiğine şüphe yoktur. İlişkilerin mevcut durumu ile ilgili olarak, “kriz”, “sürüklenme”, “yeniden tanımlama ihtiyacı” gibi ifadeler sık sık kullanılmaktadır.[1] Yazının ilk bölümünde, ilişkinin doğası ile ilgili bazı genel tespitlerde bulunulmaktadır. İkinci olarak, ilişkilerin gelecekte alabileceği şekille ilgili olarak dört muhtemel model öne sürülmektedir: “Stratejik ortaklık”, “Büyük Pazarlık”, “veresiye satan” ve “peşin satan”. Yazıda bu modeller tanımlanacak, aralarındaki farklar netleştirilmeye çalışılacak ve hangisinin Türkiye için daha uygun olduğu sorusuna cevap aranacaktır. Bu kavramsal çerçeveden sonra üçüncü olarak, Başbakan Erdoğan’ın Washington ziyareti değişik tematik başlıklar altında analiz edilecektir.

ABD ile İlişkilerin Doğası Üzerine

Türk Amerikan ilişkileri tahlil edilirken[2] işe bazı can sıkıcı gerçekleri ifade etmekle başlamak yerinde olacaktır: ABD’nin Türkiye’den istedikleri genelde, somut, ivedi, maliyetli, riskli ve bir kere verildi mi geri dönülmesi zor[3] hususları kapsamaktadır. Karşılığında verdikleri ise daha çok belirsiz, sembolik, zamana yayılmış, kolaylıkla geri dönülebilir[4] ve hemen hemen sıfır maliyetli veya zaten kendisi için de faydalı şeylerdir.[5] İlişkilerin amacını, çerçevesini, gündemini, temposunu ve derecesini neredeyse her zaman Washington belirlemektedir. Washington hatırlamak istemediğini hatırlamamakta ve bazı şeyleri de -filler gibi- hiç unutmamaktadır. İki tarafın da birbirine ihtiyacı olduğu doğrudur; ancak kimin kime ne derecede ihtiyacı olduğu, kimin kime -gerçek- maliyetinin- ne kadar olduğu, kimin kime ne kadar destek olduğu, Türk-Amerikan ilişkilerinde cevap aranması gereken önemli sorular arasındadır. “Ortak düşünüyoruz” denilen konuların çoğunda maliyet ve risk üstlenen taraf Türkiye olmaktadır.[6] Washington ayrıca, gerekli gördüğünde, Türk iç siyaset sürecine dahi müdahale edebilmekte, iç aktörlerin birbiri arasındaki açıları ve uzaklıkları hesap edebilmekte ve zaman zaman da bunları etkileyebilmektedir. Ankara’nın ise Washington’a karşı elbette böyle bir gücü yoktur. İki taraf arasındaki eşitsizlik sadece somut siyasi, askerî ve ekonomik güç farklılıları ile sınırlı değildir. ABD ayrıca istihbarat, analiz, organizasyon ve koordinasyon açısından da Türkiye’ye kıyasla ciddi üstünlüklere sahiptir.[7] Bu tablo sadece veri olarak kabul edilmeyip, aynı zamanda normal ve değişmez olarak kabul edilirse, o zaman zaten ABD ile konuşacak ve pazarlık yapacak pek bir konu kalmayacağı söylenebilir. Değiştirilmesi kolay olmayan, ama bir yerden başlanması gereken bu eşitsizliklerle dolu ilişkiler yumağı kuşkusuz sadece bugünün sorunu değildir; ancak, olduğu gibi ve değişmez olarak görülürse, Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğinin olumlu yönde yeniden şekillendirilebilmesinin de olanaksız olacağı gibi, kabulü mümkün ve uygun olmayacak bir durumla karşı karşıya kalınacağı da açıktır.

Dört Tarz-ı Siyaset

Türk Amerikan ilişkilerinde kabaca dört ilişki modelinden bahsedilebilir: Stratejik ortaklık, büyük pazarlık, “veresiye satan” ve “peşin satan”. Bunlar arasında stratejik ortaklık en ileri ilişki modelidir. Ama belki de en ideal olan model “büyük pazarlıktır”. İki ülke arasındaki ilişki şu ana kadar daha çok “veresiye satan” modeline uygun gelişmiştir. Bu yazı ise, bazı sakıncaları olmasına rağmen, mevcut şartlar altında ve belli bir süre için, en uygun ilişki şekli olarak “peşin satan” modelini önermektedir.

Stratejik Ortaklık: Bu modelde tarafların stratejik hedefleri, değerleri, çıkarları, tehdit algılamaları, öncelikleri ve alışkanlıkları arasında çok büyük benzerlikler vardır. Karşılıklı güven, saygı, dürüstlük ve şeffaflık esastır. İletişim ve danışma kanalları, sadece üst düzeyde değil daha aşağıda da, çeşitli, her daim açık ve bakım altındadır. Danışmalar sık, samimi ve olabildiğince adildir. Taraflar ortak ilgi alanları ile ilgili önemli bir adım atmadan önce birbirlerini bilgilendirir ve karşı tarafın fikrini alırlar. Tarafların ulusal güçleri birbirinden oldukça farklı olabilir, ama bu durumun yapılan karşılıklı danışmalara etkisi çok sınırlıdır. Ayrıca taraflar önemli girişimlerden önce konuyu derinlemesine tartışırlar. Görev bölümü, maliyetlerin ve “elde edilecek yararların” nasıl paylaşılacağı vb. konular ayrıntılarıyla görüşülür.[8] Uluslararası kurumlardaki faaliyetlerde neredeyse tam bir dayanışma gösterilir. Hatta, taraflardan birini hayati derecede ilgilendiren konularda, diğer ortağın bazı adımlarıveto etme yetkisi dahi olabilir.

Bu tür bir ilişki Türkiye ile ABD arasında hiçbir zaman tam olarak yaşanmamıştır. Yaşanması mümkün de değildir, zira ikili ilişkilere esas olan hukuki çerçevenin amacı ve kapsamı buna elverişli değildir. Öte yandan, stratejik ortaklık kavramı kullanılırken sadece ve öncelikle iki ülke arasındaki gerçek ve potansiyel çıkar ve işbirliği alanlarının çeşitliliğine bakmamak gerekir. Bu konuların önemi, aradaki danışma mekanizmasının sıkılığı, tarafların birbirleri ile ilgili önemli konuları önce kendi aralarında konuşmaları ve planlamaları ve entellektüel açıdan “eşitlik”[9], stratejik ortak olmanın asıl önemli olan unsurlarıdır. Türkiye’nin ABD ile beraber hareket edebileceği ve ettiği çok sayıda konu olabilir. Buna karşılık, örneğin Irak’a yönelik harekât gibi, belki de Türkiye’nin ülke bütünlüğünü ve devletin bekasını ilgilendiren bir konuda, kullanılan tüm olumlu söylemlere rağmen, uygulamalarda açık bir çıkar çelişkisi varsa, o zaman bu olumsuz yaklaşım ve uygulamalar, diğer konulardaki ikili iş birliğini de olumsuz etkilemelidir.

Türk-Amerikan ilişkilerinin temel ilkesi, “stratejik ortaklık” gibi –berraklaştırmaktan çok gizleyen- kavramlar değil, “utanmadan ve korkmadan pazarlık et” ilkesi olmalıdır. Çoğu zaman dillerden düşürülmeyen “stratejik ortaklık” kavramı zihinleri karıştırmaktadır. Bu kavram ABD’nin o çok bahsedilen ama belki de yeterince anlaşılmayan “yumuşak gücünün” bir örneği olarak da görülebilir. ABD bu kavramı Türkiye ile olan ilişkilerinde kullanarak, ikili ilişkinin aslında kendisinin riayet etmediği -ama nedense Türk tarafında sorgusuz sualsiz kabul gören- koordinatlarını çizmiştir. Türk-Amerikan ilişkilerindeki kullanımına bakıldığında varılacak sonuca göre burada söz konusu edilen stratejik ortaklık, -deyim yerindeyse- masaldaki kralın giydiği, süslü ama gerçek olmayan giysiye benzemektedir. Eğer kendimiz bu boyutun bilincinde olarak hareket etmekteysek, stratejik ortaklık kavramını kullanmakta bir sakınca olmayabilir. Ancak, bu kavramın gerçeği ifade ettiğine inanmaya başlarsak, o zaman orta ve uzun vadede, şimdiye kadarkilerle kıyaslanamayacak kadar derin hayal kırıklıkları yaşama ihtimalimiz de artacaktır.

ABD, Türkiye ile olan ilişkilerinde stratejik ortaklık kavramına vurgu yapmaktan giderek vazgeçmiştir ve ve çok daha “seküler” olan stratejik ilişki ifadesini kullanmıştır. Bunun gerçek nedenini elbette bilemeyiz. Gelişmekte olan güvenlik koşullarına nazaran, bu kavramın “son kullanma tarihinin geçmiş olması” nedenlerden biri olabilir. Gerçekten, şu anda içinden geçilmekte olan süreç, ABD’nin stratejik müttefiki olmanın kolay ve uygun olmadığı bir dönem de olabilir. Bu dönemde Bush Yönetimi kendi karar sürecine dışarıdan katkı veya etki yapılmasına fazlaca açık değildir. Uygulamalarına bakıldığında, Bush Yönetiminin “müttefikliğin iki şeritli yol olması” gerektiğini kabul etmediği; bu ilişkiyi daha çok başkalarına ABD’nin çıkarlarına uygun roller, görevler ve bedeller yükleyebileceği tek taraflı bir ilişki gibi görmekte olduğu sonucuna varılabilir[10].

“Büyük Pazarlık”: Stratejik ortaklıktan daha düşük düzeydeki bir ilişkiyi ifade eden bu modelde konular ortaklar arasında yine ayrıntılı olarak tartışılır; ama ondan farklı olarak, her konuda birlikte hareket edilmeyebilir. Çıkarların ortaklığı konusunda gerçekçilik ve mütevazilik hakimdir. Taraflar farklılıklarını dürüstçe ortaya koyarlar. Ortak çıkar ve iş birliği konuları, tarafların yükümlülük ve hakları dengeli ve sınırları iyi çizilmiş bütün bir paket halinde müzakere edilir. Belli aralıklarla iş birliğinin gidişatı ve sürdürülebilirliği kontrol edilir. “Büyük” pazarlığın parçası olmayan konulardaki farklılıkların, ilişkinin diğer boyutlarını olumsuz bir şekilde etkilememesine dikkat edilir. Gerektiğinde, taraflar birbirlerini yükümlülüklerini yerine getirme amacıyla uyarmaktan kaçınmazlar. Bu süreçte, “hile yapmak” veya “bedavacılık” gibi eğilimler zor ve bedeli ağır olan seçeneklerdir. Taraflar bu yola giderlerse tüm paketin ortadan kalkacağını bilirler. Büyük pazarlık, stratejik ortaklıktan farklı olarak zaman açısından da sınırlı olabilir.

“Veresiye Satan”: Bu model aslında Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişinin neredeyse tamamında hakim olmuştur. Burada, her iki taraf, ama daha çok Türkiye, karşı taraf için yaptığı fedakarlıkları alacak defterine yazmış ve bunların karşılığını alacağını ummuştur. Karşılıklı yükümlülükler ve sorumluluklar, açık, anlaşılır ve uygulanabilir bir şekilde belirlenmemiştir. İlişkinin âdeta sonsuza kadar ve sorunsuz olarak devam edeceği varsayılmış ve bu nedenle taraflar birbirleri için “açtıkları hesapların” karşılığını bir şekilde alacaklarına inanmışlardır. Ancak, zamanla tarafların “alacak defterlerindeki kayıtlar” arasında farklılıklar ortaya çıkmış, her iki taraf da diğerinin “borçlu”, kendisinin alacaklı olduğunu vurgulamaya başlamıştır. Tarihin daha yavaş ilerlediği Soğuk Savaş döneminde, arada bazı krizler yaşansa da, başarıyla yürüyen bu ilişki modeli, 90’lı yıllarda da çok önemli sayılabilecek derecede bir sorun yaşamamıştır.

Dünyanın, bölgenin, Türkiye’nin ve ABD’nin güvenlik, savunma ve bunlara bağlı olarak dış politika koşullarının hızla ve belirgin bir şekilde değiştiği Irak Savaşı’nın hemen öncesi ve sonrasında, Türkiye ve ABD arasındaki bu yerleşik ilişki modelinin artık yeterli olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Daha önce -deyim yerindeyse- halının altına süpürülen güvensizlikler, hayal kırıklıkları ve iki tarafın defterleri arasındaki azımsanmayacak farklar bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. İki taraf da karşı tarafın “kadir bilmezliğinden” şikayetçi olmuştur.

“Peşin Satan”: En sınırlı iş birliği modelidir. Bu ilişki tipi taraflar arasında güvenin sınırlı olduğu, ortak çıkar ve işbirliği alanlarının kolay tanımlanamadığı durumlar için daha uygun olabilir. “Peşin satan” iş birliği modelinde taraflar birbirlerine yaptıkları iyilikleri, ödedikleri bedelleri ve aldıkları riskleri kısa aralıklarla takas-mahsup yoluna giderler. Her şey pazarlığa tabidir. Vadeler kısalmakta, cirolar düşmektedir. Toptan satışın yerini perakende alır. Senet kabul edilmez, nakit istenir. Alışveriş en temel ve en somut alanlara indirgenmiştir. Taraflar önlerini göremedikleri için uzun dönemli taahhütlere girmekten ve karşı taraftan da bu yönde istekte bulunmaktan kaçınırlar. Türk elitini endişelendirebilecek bu modelin en önemli faydası ise, “kendisine borç takılması” ihtimalinin azalması ve borcun büyüklüğünün sınırlanmasıdır. Kanaatimizce, ABD’nin yeni dönemde -sadece Türkiye’ye değil- dünyaya karşı “uzun süreli ve bağlayıcı ilişkilerden kaçınma eğilimi”, meşruiyetin temeli olarak sadece ABD’nin ulusal çıkarlarını esas alması; uluslararası hukuk bir yana, politik, diplomatik, askerî, ekonomik, mali veya sosyal açılardan da kabulü mümkün ve uygun olmayabilecek konularda ısrarcı olmakta devam etmesi, kendi taleplerinin kapsamı ve çeşitliliğine nazaran Türkiye’nin meşru ve sade beklentilerine dahi karşılık vermekten sürekli kaçınmakta olması gibi faktörler Türkiye’yi, ABD ile olan ilişkilerinde giderek bu modele geçmeye zorlanmaktadır.

Sözü geçen modelin, bazı önemli yararlarına karşılık bir bedeli olacağı da açıktır. Örneğin, ABD Irak’ta artık “uzaktan tanıdığı” bir Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla ilgili istek, ihtiyaç ve hassasiyetlerini dikkate almak için daha az zorunluluk hissedecektir. Fakat, son iki yıllık dönemde ve hatta daha öncesinde, Türkiye ile ABD sözde stratejik ilişkilere sahipken de Washington’un bu konuda ne derecede Türk tarafını tatmin edici bir dikkat ve ihtimam gösterdiği de herkesçe bilinmektedir.[11]

Bu gibi uzun süreli, kapsamlı ve karmaşık bir ilişkinin muhasebesini tam olarak tutabilmek güçtür. Zira, olaylar hızlı, değişken, zaman zaman sonuçlar belirsiz, buna karşılık insan zihninin çözümleme kapasitesi ise sınırlıdır. Bu nedenle, herkes böyle bir pazarlığın unsurlarının ölçülmesinde aynı değer yargılarına sahip olmayabilir; ölçütler aynı olmayabilir. Asıl sorun, bu kaçınılmaz sübjektifliğin ötesinde, bu hesabın ayrıntısılı ve titiz bir şekilde tutulmaması ve yüzeysel denebilecek değerlendirmelerle, kolayca genel yargılara ulaşılabilmesidir. Yapılması gereken; gerçek ve potansiyel iş birliği alanlarını, karşılıklı verilen destekleri ve bunun bedellerini, şikayet konularını alt alta dizmenin ötesine geçmek ve bunları -deyim yerindeyse- matematik büyüklüklere çevirmektir. Ölçüm (metrics), göreli kazanımlar (relative gains) ve külfetlerin paylaşımı (burden-sharing) problemleri ikili ilişkilerin en temel konularıdandır .[12]

Taraflardan birinin diğerine yaptığı desteği ölçmek için işe şu basit sualler sorularak başlanabilir: a) Bunun kendisine bedeli nedir? b) Bunun diğerine yararı nedir? c) Bu destek başka kanallardan ne ölçüde ve hangi bedelle karşılanabilirdi? Bazıları bu ayrıntılı hesapların boşuna olduğunu, işin sonunda Washington’un istediğini her hâlde elde edeceğini iddia edebilir.[13]

Bu noktada cevabı çok kolay olmayan şu sorular da sorulabilir: Türkiye’nin diplomatik kapasitesi, dünya konjonktürü ve son dönem Amerikan politikaları bu ilişki modellerinden hangisini daha iyi yürütmeye müsaittir? Bu modellerden birinden diğerine geçişin bedeli ne olabilir? Bu geçişin en optimal şekli ne olmalıdır? Denebilir ki, Türk-Amerikan ilişkileri olması gerekenden, sağlıklı olarak gözlenebilecek ve ölçülebilecekten çok daha karmaşık bir hâl almıştır ve bir tür sadeleştirmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü bu karmaşıklık; analitik kapasite, değişik kurumlar arasında koordinasyon becerisi, istihbarat, karşı kamuoyunu etkileme ve hatta şekillendirme kapasitesi gibi konularda Türkiye’den çok daha üstün olan ABD’nin lehine işleyen bir faktördür. Türkiye sadece dama oynarken karşısında satranç oynayan ABD her oyuna bir adım önde başlamaktadır. Bu ilişki modellerinden birinden diğerine geçmenin daha avantajlı olduğunu kesin olarak kanıtlamak mümkün değildir. Olaylar öyle gelişebilir ki, “ABD’nin sözünden çıkmayan bir ülke” olmak daha avantajlı olabilir. Ancak bunu söyledikten sonra yine de, Türkiye’nin bazı refleksler sonucu değil ama ayrıntılı olarak düşünüp tartıştıktan sonra, “kendisi için neyin iyi olduğuna kendisinin karar verdiği” bir ilişki ve dış politika modeline geçmesinin daha doğru olduğu söylenebilir. Bağımlı ilişki modeli, buna nasıl süslü isimler bulunursa bulunsun, sonuçta kendi kendini üreten, Türkiye’nin seçeneklerini kısıtlayan ve ABD tarafından, yuvarlak ve pratik anlamı sınırlı bazı ifadeler bir yana bırakılırsa, her zaman da takdir edilmeyen bir tercihtir. İlişkinin asimetrik doğasını kabullenmeye çok hazır olmak, bu asimetrinin kendini, belki de artarak, çoğaltmasına neden olabilir. Aradaki güç farklılığı tarafların birbirlerine yardım etme ve zarar verme kapasiteleri arasındaki fark kadar, bunu yaparken ödedikleri bedeller arasındaki uçurumda da kendini göstermektedir.

Başbakan Erdoğan’ın Washington Ziyareti

Kural olarak, cumhurbaşkanı veya başbakan gibi üst düzeyde icra edilen bir dış ziyaretin başarısını hemen ölçmeye çalışmak doğru olmayabilir. Bu nedenle burada dile getirilen bazı yargılar biraz erken, abartılı ve riskli olabilir. Zira, Türk Amerikan ilişkilerindeki -bir kısmı kronikleşmiş- sorunlar tek bir ziyaretle düzeltilemeyecek kadar derindir. Denebilir ki, “ziyaret zaten ilişkiyi bir çırpıda düzeltme umuduyla değil, ‘serbest düşüş’ halini alan kötü gidişatı durdurmak amacıyla yapılmıştır.” Anlaşıldığı kadarıyla Washington son dönemde Türkiye’yi güçsüz, suçlu[14], yalnız, haksız, borçlu, hırçın ve mantıksız hissettirmeye çalışmakta ve bunun Türkiye’nin direncini kıracağını hesaplamaktadır. Bu psikolojik harekâtın en çok kullanılan argümanlarından biri de Türkiye’nin “güvenilir ve ne yapacağı tahmin edilebilir olmaktan çıktığı” iddiasıdır.

Türk liderlerin olabildiğince sık ABD’ye giderek dünyanın tek süpergücü ile temaslarda bulunmak istemeleri anlaşılır bir şeydir[15]. Başbakan Erdoğan’ın son ABD ziyareti ile ilgili en önemli soru belki de şudur: Başbakan neden ABD’ye şimdi ve acele bir şekilde gitme ihtiyacı duydu? Görülen o ki, Hükümet Türkiye-AB ilişkileri bağlamında 17 Aralık’ın ilk başta farketmediği olumsuz boyutlarını ve sonuçlarını -biraz geç de olsa- görmeye başlamış ve bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Buna ek olarak, belki de, Avrupa Anayasası konusundaki referandumlardan olumsuz sonuç çıkabileceğini tahmin ederek AB perspektifinin önemli derecede zayıflayacağından korkmuş ve bir an önce ABD ile ilişkileri normalleştirmek gerektiği ve bunu da çabuk yapmak gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Ayrıca, Hükümet Washington ile yakınlığın AB ile müzakerelerde kendisine bazı avantajlar sunabileceğini hesaplamış olabilir. Gerçekten de, Ankara’nın Avrupa’dan başka alternatifleri olduğunun bilinmesi Brüksel’in pazarlıklarda daha az asimetrik bir pozisyonda olmasına neden olabilir. Ancak, Washington’un görüşmeyi ağırdan almasında da, AKP Hükümeti’nden memnuniyetsizliğini belli etme isteğinin yanında, belki referandum sonuçlarının belli olmasından sonra Washington’a gelecek bir Erdoğan’ın daha “uyumlu” olacağı tahmini de rol oynamış olabilir.

Burada, biri temel diğeri zamanlama ile ilgili, iki eleştiri yapılabilir. Birincisi, acaba Türkiye’nin mutlaka AB’ye ya da ABD’ye “yakın durması” gerektiği şeklindeki varsayım yanlış bir kuruntu olabilir mi? Kanaatimizce, Türkiye durum gerektirdiğinde aynı anda ikisi ile de sıcak ilişkiler kurabileceği gibi zaman zaman ikisine de mesafeli durabilmelidir. Ayrıca eğer Türkiye Avrupa ile Amerika arasında gidip gelen bir ülke resmini çok net verirse pazarlık marjı her “turda” biraz daha azalabilir. Bu iki güç, aralarındaki genel rekabete rağmen, Türkiye konusunda önemli derecede iş birliği yapabileceklerini ve politikalarını uyumlaştırabileceklerini göstermiştir. İkincisi, zamanlama olarak, bu ziyareti AB perspektifinin bulanıklaşmış olduğu, bir anlamda kendinizi en yalnız ve güçsüz hissettiğiniz anda yapmak akıllıca mıydı? Kendini güçsüz hisseden, ya da en azından öyle bir görüntü veren bir Başbakan’a ABD’nin bir şey vermesini beklemek fazla iyimser olurdu. Başbakan, ne olursa olsun ABD ile ilişkileri düzeltmeye kararlı görünmenin Türkiye’nin pazarlık gücünü ciddi derecede azalttığının farkında değilmiş gibi görünmektedir. Bu şartlarda belki de başarılı bir ziyaret yapılamazdı.[16] Önemli bazı pazarlık kozları (İncirlik, F-16 ihalesi) daha görüşme yapılmadan teslim edilmişti. Bu ve benzeri uygulamalar, Bush Yönetimi’nin yapısında varolan cezalandırma eğilimlerini daha da güçlendirdi. Bush Yönetimi’nin ikinci dönemde yaşadığı personel ve söylem değişikliğine rağmen ancak güce önem verdiği bir kez daha ortaya konmuş oldu.

Bu ziyaret, bazı yanlış algılamalar, varsayımlar ve umutlar üzerine bina edilmiş gibi görünmektedir. Başbakan, taleplerine somut ve doyurucu cevaplar alamayacağını ve çok sıcak bir karşılama görmeyeceğini tahmin etmeliydi. Randevunun geç, kısa ve soğuk verilmesinin anlamsız olduğuna inanmak mümkün değildir[17].ABD tarafı bunu oldukça açık şekilde hissettirmişti. Ama istenen cevaplar alınmazsa ne yapılacağına, ya da, verilen sözlerin tutulmamasının Washington için de bedelleri olabileceğinin karşı tarafa en kibar ama etkili şekilde nasıl iletileceğine dair hazırlığın yeterli olduğunu söylemek kolay değildir. Amerikan tarafı, görüşmeden önce Stephen Hadley ve Robert Zoellick vasıtası ile yapılan açıklamalar ve basına sızdırdığı bilgilerle, Türkiye’ye her hareketinin yakından takip edildiğini hissettirmiş ve bir anlamda onu etkileme yoluna gitmiştir. Bu yöntemin Türkiye’yi, taleplerini kısması ve kendinden istenenleri kabul etmesiyle yetinmesi konusunda uygun kıvama getirmeyi amaçladığı ve bunu da büyük ölçüde başardığı söylenebilir.[18] Bu nedenle ziyaretin bir olumsuz etkisi de, gerek ziyaretten önce, gerek sonra, ABD’ye karşı bir adım atmanın zorlaşmasıdır. Eğer ilişkinin düzelmesinin şartı Türkiye’nin haklı şikayetlerinden vazgeçmesi, bunlara olumlu karşılık alamayacağını baştan kabul etmesi, kendisine yapılan çok sınırlı jestleri “allayıp pullayarak” önemli kazanımlarmış gibi kendi kamuoyuna sunması ise, bunun sağlıklı ve kalıcı bir çözüm olduğu iddia edilemez.

Ulusal gücü ve bunu uluslararası ilişkilerinde -askerî güç dahil- kullanmaktan kaçınmayan güvenlik stratejisi anlayışıyla ABD Birleşmiş Milletler düzenini ve bizzat uluslararası hukukun temel ilkelerini tehdit etmektedir. Türkiye’nin tek başına bu süreci düzeltmeye çalışması elbette akıllıca bir politika olmayacaktır. Bu gibi olumsuz gelişmelerin uluslararası toplumun kendi dinamikleri içinde dengelenmesi ise zaman, sabır, kararlılık ve cesaret gerektirmektedir.[19]

Başbakan’ın ABD ile ilişkilerin kötüleşmesinden endişe etmesi anlaşılmaz bir şey değildir. Diğer her şey sabit kalmak şartıyla, Washington ile ilişkilerin iyi olması/iyileşmesi elbette arzulanır bir durumdur. İlişkideki iletişim ve güven problemlerini aşmak için ilk akla gelen çözüm yollarından birisi, daha çeşitli ve derin danışma mekanizmaları kurmaktır. Problemse, ilişkideki kötüleşmenin Türkiye’ce tek taraflı jest ve ödünlerle düzeltilebileceğine inanmaktır. Başbakan sadece sözleri ile değil, bu ziyareti “ne pahasına olursa olsun yapma kararlılığı” ile de Yönetim içindeki sertlik yanlılarına kendilerini iyi ve başarılı hissetmek için bir fırsat vermiş olabilir.[20]

Müttefiklik ilişkileri, başka şeylerin yanında, belli bazı konularda pazarlık unsurlarını da içerir. İlişkilerin bozulmasından daha çok korkan taraf eğer bunu çok açık belli ederse, karşı tarafa önemli bir koz vermiş olur.[21] “Uyumlu” ve ödün vermeye hazır bir görüntü vermek, “dünya kamuoyunu etkilemek” ve “sempati kazanmak” amaçlı olsa bile, zaman içinde –umulanın aksine- karşı tarafın kazanımlarına yol açabilir. Bu tür bir görüntü karşı tarafın “iştahını kabartabilir”.[22]

Kabul etmek gerekir ki, Hükümet’in ABD ile ilişkilerde izlediği stratejinin alternatifi meşakkatli, riskli ve sonuç almanın garanti olmadığı bir yoldur. Ancak, Hükümet bu yolu tercih etmemenin ötesinde, böyle bir seçeneğin varlığını da inkâr eder gibidir. “ABD ile ilişkimizin iyi olmasının Türkiye için iyi ve hatta gerekli olduğu” ifadesinden yola çıkılarak, “ABD’nin istediklerini yaparak aramızın düzeleceği” yanılgısına düşmemek gerekir. Günümüzde Washington hemen her ülke için tanımlanması çok kolay olmayan ama yürütmekte olduğu uluslararası ilişkiler stratejisinde ortaklık-rakiplik-hasımlık vb. unsurları da aynı anda uygulayabilen güçlü bir aktör durumundadır.

Bu arada, eğer İncirlik ile ilgili kararda Dışişleri Bakanı Gül’ün açıkladığı gibi silah, mühimmat ve asker izni yoksa, bunun niye gizli tutulduğu anlaşılamamıştır. Bu gizlilik komşu ülkelerin kafasında bir soru işareti ve dolayısıyla ilave bir caydırıcılık yaratmak için ABD tarafından istenmiş olabilir mi? Ayrıca, Hükümet Afganistan konusunda da yeni ve daha kapsamlı bir role hazır olduğu şeklindeki “tatlandırıcıyı” karşılığında bir şey almadan vermekte bir sakınca görmemiştir. ABD’nin Türkiye ile sıkı pazarlık yapmaya alışık olmadığı ve buna tahammülü olmadığı doğrudur. Yanlış olan, Türkiye’nin meşru hak ve menfaatlerini takipte gösterdiği aşırı çekingenliktir. Hükümete benzer şekilde, bir kısım Türk aydınları da ABD ile ilişkilerin gerilmesinden -belki olması gerekenin de ötesinde- bir endişe duymaktadır. Bu olgu da ikili ilişkideki pazarlık gücümüzü azaltmaktadır. ABD’nin küresel çıkarlarla ABD ulusal çıkarları arasında denge kuramaması gibi, sözü geçen Türk aydınları da ülke çıkarı ile kendi kişisel çıkarları arasındaki dengeyi kurmakta zorluk çekmektedir. Türk – ABD ilişkilerinin yürütülmesinde eksik olan unsurlardan biri de, Türkiye’nin -bir kısmının haklı olduğunu Amerikalı yetkililerin de bizzat kabul ettikleri- bazı önemli taleplerine cevap alınamazsa, kamuoyunun göstereceği tepkiler karşısında, istese bile Türkiye’nin de Amerika için bölgedeki olası katkısını sınırlandırmak zorunda kalacağının ABD’ye anlatılamamış olmasıdır. Türkiye ve ABD ilişkilerinin geleceğinin, meşru ve ortak çıkarlar temelinde daha iyileşebileceği, güçlenebileceği ve derinleşebileceği gerçeği, modası geçmiş bir dış politika anlayışı olarak nitelendirilmemelidir.

Açıklanan nedenlerle, Hükümet, ABD’ye karşı belli bir manevra alanı kazanmanın bedelleri olacağını tahmin etmeli ve hesabını buna göre yapmalıydı. Eğer bu bedel ve riskler önceden değerlendirilemediyse, bu işe baştan girişilmemeli ve Türkiye ABD ile ilişkilerindeki geleneksel –uyumlu- politikalarını uygulamaya devam etmeliydi. Hükümetin bu gibi konularda gözlemlenen bir eksikliği, devlet, hükûmet ve siyasî parti seviyesindeki politikaların farklılığını tam olarak algılayamadığı görüntüsünü veren uygulamalarıdır. Örneğin, sözünü ettiğimiz karar, Hükümet’in tek başına alamayacağı kadar önemli görülebilir. Anayasamızda yer alan millî güvenlik politikalarının oluşumuna ilişkin hükümler çerçevesinde, bu konuda milli bir mutakabat sağlanmasına, devlet politikası oluşturulmasına çalışılabilirdi. Politik kesim dahil, siviller ve askerler, bu en temel dış politika meselesi hakkında “oturup konuşabilmeliydi.”

“Aktif olmak” ve “gezmek” ile “etkili olmayı” birbirine karıştırmamak gerekir. Üzerinde iyi düşünülmüş ayrıntılı planlardan çok, -âdeta- “ayak üstü” kararlar alır, “günübirlik” hareket eder ve –ne kadar iyi niyetle olursa olsun- “içinizden geleni yaparsanız”, hata yapma ihtimalinizin artacağı kuşkusuzdur. Risk almak, aktif olmak, insiyatif almak, “bir adım önde olmak” gibi çarpıcı söylemler kulağa hoş gelebilir. Ancak bu gibi uygulamalar, bazen diplomasinin bilgi, deneyim, dikkat ve temkinlilik gerektiren konularında gereksiz bedeller ödenmesine de neden olabilir. Gerçekten önemli konularda, diğer devletlerin liderlerini –ayaküstü- “konuşarak ikna etmek”, başarı şansı olmayacak bir yöntem olarak kabul edilmelidir.[23]

Üst düzey bir ziyareti değerlendirirken sorulması gereken asıl soru “gitmeli miydi, gitmemeli miydi” değil, ziyaretin şekli, zamanlaması ve performansı olmalıdır. “ABD ile yapılan her görüşme yararlıdır” şeklinde yapılan yüzeysel değerlendirmeler diplomasinin bazı önemli inceliklerini gözardı etmektedir.[24] Bazı görüşmeler yarardan çok zarar getirebilir. 1 Mart kararının bedelinin getirisinden fazla olup olmadığı tartışılabilir ama kabul edilmelidir ki, 1 Mart ile Türkiye kendine güven ve saygı, ABD’ye karşı ise manevra alanı kazanmıştı.[25] İnceleme konumuz olan ziyaretin kendisi ve yapılış tarzı söz konusu güven ve manevra alanının tekrar daraldığına işaret etmektedir. Bu ziyaret, ilişkideki dengesizliği daha da kronikleştirmiş görünmektedir.

Ziyareti değerlendirirken düz bir kâr-zarar hesabının yanında, alternatif maliyete, alternatif zamanlamaya ve alternatif formata da bakmak gerekir. Acaba, ziyaret başka zaman ve şekilde yapılabilir miydi? İlişkileri düzeltmenin tek yolu bu tür bir ziyaret miydi? Şimdi Amerika’ya gidip Başkan Bush ile görüşmekle belki önümüzdeki bir yıl boyunca başka bir görüşme yapma şansının bir anlamda yitirilmiş olduğu dikkate alınmalıdır. Diplomasinin büyük ölçüde süreçlerin yönetilmesi, “nüansların biriktirilmesi”, zamanlama becerisinin gösterilmesi gereken bir sanat olduğunu unutmamak gerekir. Kanaatimizce, Başbakan Erdoğan’ın son ABD ziyareti her üç açıdan da başarılı olmamıştır.

Türkiye – ABD İlişkileri ve Türkiye’nin İç Dinamikleri

Washington Türk iç politikasında önemli bir faktör ve aktördür. Bu durum engellenebilir değildir ama etkisinin belli bir düzeyin üstünde olmasının da sakıncalı olduğu açıktır. Washington’a gidilmeden önce Hükümet’in askerî ve sivil bürokrasi ile beraber ayrıntılı hazırlıklar yapıp yapmadığı bilinmemektedir. Başbakanın ziyaret öncesinde muhalefet ile görüşmesi ve temel konulardaki pozisyonların devlet politikası olduğunun altını çizmesi elini bir parça güçlendirebilirdi. Ancak Başbakan bunu yapmadığı gibi, muhalefeti Amerikan aleyhtarlığı ile suçlayarak gereksiz bir tartışma başlatmıştır.

Eğer AKP Hükümeti içeride kendisini normal bir iktidar partisi gibi hissedebilse, ABD ile ilişkilerinde daha dikkatli, istikrarlı ve güçlü durabilirdi. Ama iktidar partisinin –tümü de yersiz olmayan- evhamları onu hep bir dış destek aramaya zorlamaktadır. Washington da bunun farkında olacak ki, Türk – Amerikan ilişkilerinin yürütülmesinde Ordu faktörünü tamamen devre dışı bırakmaya istekli değildir. Washington Türkiye’de hükümet ile ordu arasındaki gerilim ve güvensizliklerden ustalıkla yararlanabildiği takdirde, Türkiye’den beklediklerinden daha fazlasını elde edebileceğini hesaplamaktadır. Washington AKP Hükümeti’nden memnuniyetsizliğini oldukça açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ama Yasemin Çongar’ın da belirttiği gibi, Washington’un AKP’ye alternatif yaratmaya çalışacağını düşünmek de gerçekçi görünmemektedir[26]. Acaba, genelde Türk Başbakanları ve özelde Başbakan Erdoğan; erken seçim, Cumhurbaşkanlığı seçimi, sivil-asker ilişkileri ve dengeleri gibi iç politikaya ilişkin konularda ABD’yi bilgilendirme veya onun “nabzını tutma” ihtiyacı duyar mı? Bu gibi konular özel görüşmelerin açık veya dolaylı olarak konusu olur mu? Bu bağlamda, cevap aranmasında yarar olabilecek başka sorular da vardır: Hükümet, Washington’da verdiği sözlerin pratik açıdan ne anlam ifade edebileceğini ve sonuçlarını tahmin edebilmekte midir? Bu sözleri yerine getirmesinin, Orta Doğu’ya yönelik politikasının ciddi derecede revizyonu anlamına geleceğini ve belki de partide ve ülkede rahatsızlık yaratabileceğini görebilmekte midir? Verilen bu sözleri pratikte uygulamak kadar uygulayamamanın da kendisi ve Türk-Amerikan ilişkileri bakımından ne gibi sonuçları olabileceğini hesaplayabilmekte midir?

ABD ile ilişkiler ve bu ilişkilerin geleceği, devletin yetkili kurumları ve hükümet tarafından olabildiğince ayrıntılı, geniş ve cesur bir şekilde tartışılmalıdır. Özellikle Millî Güvenlik Kurulu’nun yapısında ve işlevlerinde gerçekleştirilen değişikliklerden sonraki devrede, bu konularda bir zaaf olduğu hissedilmektedir. Bu konuda, tarafların tartıştıktan sonra görüş birliğine vardıkları ortak bir politikadan çok, “birbirlerine göstermedikleri” kendi müstakil girişimleri olduğu düşünülmektedir. Oysa ABD gibi güçlü bir dış politika aktörüne karşı içeride tek bir politika oluşturulmazsa, çok başlı olarak yürütülecek dış politikadan başarılı sonuçlar alınamayacağı açıktır.

Washington’un Türkiye’de hükümet ile ordu arasındaki farklılık, rekabet, güvensizlik ve iletişim eksikliğini kullanma konusunda oldukça başarılı olduğu görülmektedir. Bu iki –yerli- aktör, aralarındaki mücadelede Washington’u yanlarına çekmeye çalışır gibidir. Washington ise bu durumu Türkiye’den talep ettiği bazı kazanımları elde etmede kullanmaktadır. Bunun en son örneğini İncirlik Üssünün kullanım izni konusundaki gelişmelerde ve uygulamalarda çok yakından müşahade etmek mümkün olmuştur. Washington, askerin İncirlik konusunda kendi yanında olduğu şeklinde bir izlenim yaratarak[27] Türk Hükümeti’nin bu konuda direnmesine ve İncirlik’i ittifak içi ilişkilerde bir pazarlık unsuru olarak kullanmasına imkân vermemiştir.

İlişkinin en önemli unsuru haline gelen Irak’taki gelişmelerde somut bir kazanım elde etmeden verilen ödünler, ABD karşısında giderek daha az pazarlık gücüne sahip olunmasıyla sonuçlanmaktadır. Hükümet başlangıçta, belki de sonuçları üzerinde pek düşünmeden, Washington üzerinden bir nevi saygınlık kazanma ihtiyacı içindeymiş gibi davranmıştır. Hükümetin bu konuda hatalı olduğuna şüphe yoktur. Ama Meclis’te sahip olduğu koltuk sayısının çokluğuna rağmen ülke içinde ona kendini rahat hissettirmeyen değişik etkenlerin de bunda katkısı olduğu söylenebilir. Oysa Ankara dış politikasını tasarlar ve uygularken devletin bütün kurumları ile fikir birliği içinde olmalıdır. Sayısı ve etkisi zaten sınırsız olmayan ABD ile pazarlık kozları, kurumlar arasındaki iş birliği veya eş güdüm zafiyeti, yahut kurumlar arası olabilecek güvensizlikler nedeniyle yok yere heba edilmemelidir.

Bu arada Hükümet ABD ile bazı konularda anlaşamadığının bilinmesinden ve farklı pozisyon veya önceliklere sahip olduğunu itiraf etmekten utanır veya korkar gibidir. Bu farklılığın hemen kendileri aleyhine “eksi bir not” olarak kaydedileceğinden ve ülke içindeki rakiplerini cesaretlendireceğinden çekiniyor olabilirler. Washington’un kendi aleyhine “düğmeye basması” Hükümeti fazlasıyla korkutmaktadır. Yüksek sesle telaffuz edilmese de, ABD’nin

- döviz ve sermaye piyasalarını etkileyebileceği,
- IMF’nin Türk ekonomisine bakışını ve kredilerin akışını yönlendirebileceği,
- yeni siyasi figürler yaratarak, Silahlı Kuvvetlerin hükümet ile ilgili tereddütlerine destek vererek ya da TSK’nın Hükümete karşı daha yüksek sesli muhalefet yapmasına “izin vererek”, ayrıca ve özellikle de kendisine yakın gördüğü medyayı kullanarak Türk iç siyasetini etkileyebileceği,
- AKP içindeki anlaşmazlıkları, çekişmeleri ve yolsuzlukları ifşa ederek ya da
bunları “üreterek” “düğmeye basabileceği” şeklinde görüşler bulunmaktadır.

Amerikan Aleyhtarlığı – Söylem: Amerika ile yapacağımız pazarlıklar, onlara karşı kullanabileceğimiz kozlar ve Washington’dan isteyebileceklerimiz sınırsız olmadığı için “neden ve gerekçelerimizi” kullanırken tutumlu ve “kılı kırk yarar” anlayışta olmamız gerekir. Türkiye’nin ABD’ye yönelteceği eleştiriler hususunda konular ve öncelikler belirlenmeli; salt duygusal tatmin sağlayacak ama somut çıkarların söz konusu olmadığı konular atlanmalıdır.

Büyükelçi Eric Edelman’a uzun süre randevu vermemek, Felluce’de olanları “soykırım” ve İsrail’in eylemlerini “devlet terörü” olarak nitelendirmek başka şartlarda anlaşılabilir tepkiler olabilir. Ama sorumluluk sahibi kişilerin ülke çıkarı açısından hemen hemen hiçbir pratik yararı olmayan, ama önemli bedelleri olacağı tahmin edilmesi gereken, bu davranışlardan kaçınması daha doğru olurdu. Yetkililerin “ABD’yi eleştirme kontenjanlarını” PKK ve Kerkük gibi daha temel konulara saklaması gerekir. ABD Büyükelçisine çok uzun süre randevu vermemek yerine görüşmeyi yapıp kendisine Türkiye’nin isteklerini ve ABD bunlara karşılık vermezse atabileceği adımlar olduğunu belirtmek çok daha doğru olabilirdi.

Dış politikada “doğruyu söylemek ve mazlumun yanında olmak” her zaman en doğru yol olmayabilir. Türkiye ayrıca eleştirilerinin tarzına da çok itina göstermelidir. Bu eleştiriler duygusal değil teknik, somut ve hukuki referanslar verilerek yapılmalıdır. Sırf tarzda abartıya kaçıldığı için haklı olan konularda haksız duruma düşmemeye dikkat edilmelidir. Ancak Washington Yönetimi’nin Amerikan aleyhtarlığına karşı Hükümet’in hem kendi partisi ve tabanı, hem de ülke genelinde tavır almasını istemesi çok anlaşılır değildir. Nasıl, Beyaz Saray’ın Kongre ya da Amerikan medyasının Cumhuriyetçi kesiminde Türkiye aleyhine yapılan eleştiri ve saldırılara karşılık vermesi ve onlarla arasına mesafe koymasını beklemek gerçekçi değilse, aynı şey AKP Hükümeti’nden de beklenemez. Bunun pratik zorluğunun ötesinde düşünce özgürlüğünü kısıtlayıcı bir boyutu da vardır. ABD Türkiye ile ilişkilerinde Amerikan aleyhtarlığını âdeta anti-semitizm gibi “dokunanı yakacak” bir hale getirmeye çalışıyor gibidir ki, bu mümkün ve kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.

Irak: Irak konusu, ziyarette çok somut bir ilerlemenin sağlanamadığı PKK dışında, Türk-ABD ilişkilerinin gündeminden büyük ölçüde düşmüş gibidir. Görüşmelerde Kerkük’ün statüsü konusu, hem de bu konunun önem ve aciliyetinin giderek arttığı bir dönemde en çok zaman ayrılan konular arasında yer almamıştır. Bu konuda ABD Ankara’ya Bağdat’ı işaret etmektedir. Türkmenler konusu da, seçimlerde yaşanan başarısızlıktan sonra Ankara’nın ABD nezdinde çok fazla diplomatik sermaye harcamak istemediği bir noktaya gelmiştir. Bu arada Washington Post gazetesinde Kürt istihbarat kurumlarının Kerkük ve Kuzey Irak’taki başka bazı yerlerde Türkmen ve Arapları kaçırıp işkence ettiklerine dair haberler[28], Tel Afer’deki yeni Amerikan operasyonları ve bu bölgenin ABD ve Kürtlerce Suriye ile arada kaldığı için özellikle seçildiği iddiaları Türk kamuoyunda endişe uyandırmaktadır.

Amerikan yönetiminin içindeki ve yakınındaki bazı grupların bir Kürt devleti yaratmak gibi stratejik ve kalıcı sonuçları olacak bir planları olduğu, kanıtlanmayan ve kanıtlanamayacak ama yaygın şekilde paylaşılan bir kuşkudur. Bir Kürt devleti kurmak amacıyla plan yapanların bu adımı, ne zaman, hangi şartlar gerçekleştikten sonra ve hangi yolla yapmak isteyebilecekleri üzerine gerekli inceleme ve değerlendirmelerin yapılması için daha fazla geç kalınmamalıdır. Yanılma payı bırakılarak denilebilir ki, böyle bir adım, Irak’ta kaosun artmasından, Türkiye’nin müdahale etmesini engelleyecek askerî, siyasi ve psikolojik önlemler alındıktan, Türkiye içinde PKK eylemleri tırmandıktan ve Türkiye’nin müdahale etme iradesi iyice zayıflatıldıktan sonra gerçekleştirilebilir. Nitekim son dönemde PKK tekrar eylemlere başlamış, Kürt parlamentosu toplanmış, Barzani bölgesel liderliğe seçilmiş, Tel Afer bölgesindeki operasyonlar hız kazanmıştır. Irak’ta şiddet iyice tırmanmıştır. Anayasa süreci çok yavaş ilerlemektedir ve çok muhtemelen zamanında bitmeyecek ve uzayacaktır. Bu uzama sağlıklı ve geniş bir tartışma olanağı yaratabileceği gibi[29], Şiilerle Sünniler arasında giderek artan güvensizliği daha da derinleştirebilir. Bu şekilde ortaya çıkacak bir karmaşa ortamında Kuzey Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilanına yönelmesi beklenebilir[30]. Bir süre sonra PKK’ya karşı Amerikan güçleri tarafından girişilecek –muhtemelen sınırlı ve sembolik- bir harekat ile Kürt devletinin ilanı arasında bir ilişki olabilir. Bu durumda Amerikalı yetkililer, “PKK’ya karşı mücadele edin diyordunuz, işte ediyoruz. Ama artık Kuzey Irak’ta olanlara karışmaktan vazgeçin. Müdahale etmeyi ise aklınızdan bile geçirmeyin” diyebilirler. Diğer bir deyişle, ittifak içi dayanışmanın ve global terörle mücadele prensibinin gereği olması gereken PKK’ya karşı operasyon, Türkiye’nin Kürt devletini kabullenmesinin karşılığı ve aracı haline getirilebilir.

Türk-Amerikan ilişkilerindeki kötüleşmenin en önemli nedeni Irak konusunda yaşanan farklılıklardır. Irak konusu ikili ilişkilerin envanterindeki herhangi bir konu değildir. Bu konu potansiyel olarak Türkiye’nin varlığını ilgilendiren temel bir konudur. Bu nedenle “Irak’a takılıp kalmayalım. ABD ile iş birliği yaptığımız başka bir çok konu var” şeklindeki yaklaşım hatalıdır. Burada, Türkiye’de sık sık karşılaşılan olayların büyüklüğünü kavrama ve neyin daha önemli olduğunu unutma problemiyle karşı karşıya olabiliriz. İki ülkenin beraber hareket edebileceği onlarca konu olabilir ama en temel konuda bir anlaşmazlık varsa bu durum ilişkinin diğer bütün kalemlerini olumsuz etkileyebilir. ABD Irak’ta Türkiye’nin temel çıkarlarını gözardı ederse, bunun diğer işbirliği konularına çok ciddi olumsuz etki yapacağını bilmelidir. Irak’ta bir Kürt devleti kurmaya giden adımlar atmanın, ya da, bu konuda bilinçli bir plan yoksa bile dikkatsiz olmanın, bedelleri olacağı karşı tarafa şüphe bırakmayacak bir şekilde iletilmelidir. Çünkü Amerikalıların söylemekten hoşlandıkları gibi “hiçbir şey karşılıksız değildir” ya da öyle olmalıdır.

PKK: PKK ile mücadele konusu nedense Türkiye’de yeterince tartışılmamaktadır. Bu kadar insanın ölümüne neden olan PKK neden gündemin en üst sıralarında değildir? Türkiye terör ile birlikte yaşamayı kesinlikle kabullenmemelidir. PKK terörü tevekkülle ve sorumluluk başkalarına atılarak çözülebilecek bir sorun değildir. Türkiye gibi güçlü olma iddiasındaki bir devlet vatandaşlarını ve topraklarını korumak için her yolu denemeli ve –tek taraflı askerî güç kullanımı dahil- hiçbir seçeneği gözardı etmemelidir. Türkiye’nin yakın bir gelecekte ABD’den yardım görmeyeceği anlaşılan bu konu ile ilgili olarak sürpriz sınıraşırı operasyonlar dahil her türlü askerî yöntem dikkate alınmalıdır. Türkiye, ABD’den karşılık alamazsa, tek taraflı askerî operasyonlar düzenleme yoluna gidebileceğini hissettirmesi, buna gücü, cesareti ve ihtiyacı olduğunu belli etmesi ve konuyu ülke gündeminin üst sıralarına taşıması gerekir. Eğer Ankara bu tür bir harekata girişebileceği konusunda ABD ve Kürt grupları inandırabilirse, bu aktörler kendileri PKK’ya karşı harekete geçme zorunluluğu hissedebilirler. İlk başta Kuzey Iraklı Kürt grupların PKK’nın terör örgütü olduğunu telaffuz etmeleri sağlanmalıdır.[31]

ABD ile bundan sonra yapılacak her türlü iş birliği, başta PKK konusu olmak üzere Washington’un Türkiye’nin çıkarlarını ilgilendiren konularda atacağı adımlara bağlanmalıdır. Bunun ABD’nin politikalarında önemli bir değişikliğe yol açıp açmayacağını tahmin etmek kolay değildir. Ancak açık şekilde ortaya çıkmıştır ki, Washington Ankara’nın –haklı ve kabule değer nedenlerle- kendisine zorluk çıkarabileceğine inandırılmadıkça bu konularda Türkiye lehine bir adım atmayacaktır.[32]

Bu konuda Amerikan tarafı PKK ile mücadele için kuvvet ayırırlarsa “diğer cephelerde zaafa uğrayacaklarını”, bunun Kuzey Irak’ta istikrarsızlık yaratacağını, CENTCOM’un 1 Mart nedeniyle Türkiye’ye sıcak bakmadığını belirtmektedir. Oysa çok sayıda Amerikan askeri gerektirmeyen ve Amerikalıların kayıp verme ihtimali çok düşük olan bazı operasyonlar ile PKK’ya sert ve net mesajlar verilebilir. PKK militanlarının Amerikan askerlerine karşı silahlı mücadeleye girişmesi, ciddiye alınamayacak kadar uzak bir ihtimaldir. Bu durum ABD tarafından bilinmiyor olamaz. Bu arada CENTCOM’un bölgedeki PKK liderleri hakkında Türkiye’nin verdiği listeyi “görüldüklerinde tutuklanma” emriyle birliklerine yolladığı belirtilmektedir. Bunun Türkiye’nin şikayetlerini savuşturmak için yapılmış göstermelik bir adım olup olmadığı çok yakından takip edilmelidir. ABD ile Türkiye arasında terörle mücadele alanında günlük koordinasyonu sağlayacak ve siyasilerin de yer aldığı bir mekanizma kurulmalıdır. Mehmet Ali Birand’a göre;“Amerikalı askerlerin Kandil Dağına baskın yapıp, aranan PKK liderlerini aramaya kadar gitmeleri veya istihbarat bilgileriyle, içlerinden bazılarını yakalamaları ve Türkiye’ye teslim etmeleri çok şey değiştirir. PKK’ya ciddi bir sinyal verilmiş olur. Türk-Amerikan ilişkileri üstündeki PKK gölgesi bir oranda azaltır. Ankara’nın sabır gösterme süresini uzatır... Aksi halde, Amerika’nın Kürt sorununu elinde bir kart gibi tutmak istediği izlenimi artacaktır.” [33]

Irak rejimini tek taraflı askerî bir işgal harekatı ile sona erdirmiş bir ABD’nin, PKK ile mücadelede güç kullanımının doğru yol olmadığını söylemesini anlamak güçtür. Washington’un PKK konusunda pasif kalmasının sadece ikili ilişkilerde değil, terörle mücadele alanındaki inandırıcılığı konusunda da olumsuz sonuçları olacağı ABD’ye anlatılmalıdır. Bush Yönetimi, bu konuda harekete geçmezse, terörle mücadeleyi dış siyasetinin merkezine oturtan söyleminin samimiyetinin önemli bir yara alacağından endişe eder hâle getirilmelidir[34].

Suriye ve İran, PKK konusunda daha önce Türkiye’nin güvenliği aleyhinde eylemlere katılmış iki komşu ülkedir. Ama şimdi ikisi de PKK ile mücadele etmekte ve bu konuda Türkiye’ye yardım etmektedir. ABD ise, daha önce Türkiye’ye Öcalan’ı teslim etmiş ve PKK’yı terörist örgüt olarak “tanıyor” olsa da, pratikte bu örgüte karşı hemen hiçbir somut müdahalede bulunmamaktadır. ABD’nin PKK ile sürekli temas ve iş birliği halinde olduğu ve hatta daha ileri derecede bir ilişkiye de girdiği vb. iddialar kabul edilebilir değildir. Buna karşılık, şayet bu iddialar doğruysa, Türkiye-ABD ilişkilerinin temelinden sarsılması gerekir. Kısa bir süre içinde 100’den fazla güvenlik görevlisi ve sivil vatandaşın ölümüne neden olan ve artarak devam edebilecek olan bu sorun, Türkiye’nin en öncelikli güvenlik sorunu olmalıdır. Türkiye bu konuda gerçek müttefiklerinin yardımını isteme hakkına sahiptir. Türkiye bu konuda Washington’a uzun süre ayrıntılı öneriler yapmamış ya da bunları kamuoyu ile paylaşmamıştır. Bu konuda Washington’a en azından,

- PKK’nın hareketlerini kısıtlaması,
- propagandasını engellemesi,
- karşı propaganda yapması,
- lojistiğini engellemesi,
- mali kaynaklarını durdurması,
- lider kadrosuna karşı tek başına ya da ortak özel operasyonlar düzenlemesi,
- örgütün mülteci kamplarında yeni üye kazanmasını engellemesi,
- terör kampları üzerinde Türkiye ile ortak veya tek başına keşif uçuşları yapması,
- daha çok istihbarat paylaşması,
- kampların yakınlarına uyarı atışları yapması gibi öneriler sunulmalıydı[35].

Bu tür öneriler Genel Kurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un Washington’a yaptığı ziyaretten önce pek fazla dile getirilmemiştir[36]. Bunun da ötesinde Washington’a Türkiye’ye sınırı ve süresi belirlenmiş müdahale izni vermesi, PKK ile ilgili daha sert, daha çok ve daha inandırıcı konuşması gerektiği iletilmelidir. Washington’un Türkiye’yi cezalandırmak, Kürtleri küstürmekten kaçınmak ya da PKK’yı ileride bir tür koz olarak kullanmak istediğine dair yapılan spekülasyonlar giderek artmaktadır. ABD’nin PKK konusunda İran rejimi aleyhtarı Halkın Mücahitleri örgütüne karşı yapılan eylemin gerisinde kalmasının inandırıcı bir açıklaması olamaz. Eğer ABD Suriye sınırından Irak’a teröristlerin geçtiğini iddia ederek bu ülkeye karşı operasyon düzenlerse, Türkiye de aynı şeyi – belki de aynı anda- Irak’taki PKK kampları için yapmayı düşünmelidir. Ankara’nın Washington’un PKK karşısındaki pasifliği ve hatta bilinçli ilgisizliği ile Türkiye’den istenenler arasında bir bağlantı kurmaktaki isteksizliğini anlamak zordur.

Orta Doğu: Başbakan Washington’da, son dönemde Orta Doğu’da demokratikleşme yolunda yaşanan bazı müspet gelişmelerde Amerikan politikalarının rolüne işaret etse[37], ama amaçları, metotları ve sonuçları konusunda yaygın soru işaretleri olan Büyük Orta Doğu Projesi’ni külliyen desteklemekten kaçınsa daha anlamlı bir pozisyon almış olabilirdi. ABD, hem genel olarak hem de Türkiye’nin çıkarlarına saygı göstermek açısından Irak’ta iyi bir performans göstermemiştir. Bir tek bu bile Ankara’nın ABD’nin bölge ile ilgili girişimlerine belli bir mesafe ile yaklaşması için yeterli olabilir. “Büyük Orta Doğu” ve Suriye-İran konusunda altından kalkılamayacak, Washington’da yeni hayal kırıklılıkları yaratabilecek ve böylelikle Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması konusunda bahane olarak kullanılabilecek taahütlere girmekten kaçınmak daha uygun olabilir.

Suriye: Türkiye’nin Suriye’de ani bir rejim değişikliğinden korkmasının nedenleri arasında tartışılan Sünni dayanışması, PKK’nın burada kendine sığınak bulması, Suriyeli Kürtler faktörü, Irak örneği ve Türkiye’nin güney sınırlarının boydan boya yangın yerine dönüşmesi riski gibi nedenler sayılmaktadır[38]. Ama Türkiye Suriye ile ilişkileri değerlendirilirken çok uzun olmayan bir süre sonra şimdiki Baas rejiminin iktidarı kaybedebileceği ihtimalini dikkate almak zorundadır. Türkiye Suriye’nin kendisine olan ihtiyacını somut kazanımlara tahvil etmenin yollarını aramalıdır. Suriye ile bu en zayıf olduğu anda su, terör ve ticaret gibi konularda bağlayıcı anlaşmalara gidilmelidir. Ancak öte yandan da, Suriye’de rejimin devrilmesiyle beraber, Şam ile diplomasi yoluyla elde edilen bazı kazanımların değerinin, savaştan sonra Irak’ta feshedilen Dinar’ın değeri gibi sıfırlanabileceği de bilinmelidir[39]. Erdoğan’ın Beyaz Saray’da dile getirdiği, Esad liderliğinde zamana yayılmış reforma bir şans verilmesi yönündeki düşünce makuldür ve Batı kamuoyunda da dile getirilmektedir[40].

Kıbrıs: Kıbrıs’a Başbakan’ın ziyaretinden hemen önce bazı Amerikalı milletvekillerinin gelmesinin öneminin abartılması doğru değildir. Bu, Amerikalı diplomatların kullanmaktan hoşlandığı bir ifadeyle, doğru yönde atılmış ama arkasının gelmemesi halinde tarih kitaplarında küçük bir dipnot olmaktan ileriye gidemeyecek çok sınırlı bir adımdır. Annan Planı referandumlarından sonra diplomatik ve moral bir yükümlülük olması gereken KKTC’nin izolasyonunun kaldırılması meselesindeki bu mütevazi adım Türk kamuoyuna adeta Washington’un bir lütfu olarak sunulmaktadır. ABD’ye ciddi hiçbir bedeli olmayan bu adım ile Washington Ankara’da bir beklenti yaratarak karşılığında bir şey isteyebilir hale gelmektedir. Hatta bu adımın KKTC’yi tanıma konusunda istekli olduğu görünen bazı ülkelerin bu yöndeki adımlarını kesme amacı taşıdığı bile iddia edilmektedir. Bu arada Başkan Bush’un Yunanistan’a “stratejik ortak”, Türkiye’ye ise “stratejik ilişki” demesinin ne anlama geldiğini çözmek çok kolay değildir. Yunanistan’ın Avrupa’da yaşanan çalkantı süresince de olsa Washington ile ilişkileri sıkılaştırmak istediği bilinmektedir. Ancak yine de Atina muhtemelen bu ifadeyi zamanında Türkiye’nin aldığı kadar ciddiye almamıştır.

Ekonomi: Ziyarette, nitelikli endüstri bölgeleri ve kotalar gibi konularda ilerleme kaydedildiğine dair bir işaret yoktur. Bilindiği gibi ABD Türkiye’nin dış ticaretinde kendi büyüklüğü ile orantılı bir yer almamaktadır. Amerikan şirketleri Başkan’ın sözüyle bir ülkeye yatırım yapmaya karar verecek değildir. Bu nedenle Başbakan’ın Beyaz Saray’daki sınırlı ve değerli zamanının bir kısmını Bush’u Türkiye’nin yatırım için çok uygun olduğuna ikna etmeye harcaması çok anlamlı bir faaliyet sayılmamalıdır. Ama ABD merkezli finans kurumlarının Türkiye sermaye piyasalarındaki önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Türkiye’nin IMF ile anlaşmaları konusunda ABD’nin siyasi tercihlerinin ne ölçüde etkili olduğu konusu açıklığa kavuşturulmalıdır. Türkiye ekonomik reformlar açısından kendisinden istenen hemen her şeyi yaptığı halde siyasi nedenlerle cezalandırılmaya devam edilecekse, o zaman bu oyuna son vermenin zamanı gelmiş demektir.

Sonuç

Ziyaretin ilişkideki kötüleşmeyi durdurduğunu ya da tersine çevirdiğini şimdiden söylemek doğru olmayabilir. Ama bu ziyaretin Türkiye’ye önemli maliyetleri olduğu görülmektedir. Bir kere Türkiye önümüzdeki dönemde “gözetim altında ülke” muamelesi görecektir. Ayrıca Washington AB sürecinin zora girmesinin kendi taleplerine direnmeye daha az istekli bir Ankara yarattığını açıkça görmüştür. Uluslararası ilişkilerde saygınlık, onur ve inandırıcılık, ölçülmesi kolay olmayan ama bu nedenle önemsiz oldukları söylenemeyecek kavramlardır. Bu kavramların kendileri değil ama sonuçları somut olabilir. Uluslararası ilişkiler herkesin her zaman mutlu olduğu bir alan değildir. Müttefikler arasında bile pazarlık, rekabet ve çekişme sıkça görülmektedir. Aynen, genel anlamda, “savaş göze alınmazsa barışın korunamayacağı” gibi, Amerika ile ilişkilerin bozulmasının hiçbir şekilde göze alınmayacağı çok belli edilirse, ikili ilişkilerde ülkenin meşru hak ve menfaatleri tam olarak korunamaz[41].

Bu arada Türkiye’nin öneminin artması veya azalması ile çıkarlarının koruması arasında her zaman doğrudan bir ilişki olmayabilir. Türkiye’nin Washington’un gözünde “önemli” olması, “sözünün dinlenir” olmasından çok; kendisine çıkarına olmayabilen roller empoze edilmesi, zor tercihlerle başbaşa kalması, iç ve dış politikası üzerindeki otonomisini iyice kaybetmesi gibi sonuçlar doğurabilmektedir. Amerika’nın gerçek ama belki bazen abartılmaya açık gücü gözümüzü kamaştırmış gibidir. Teslimiyet gerçekçilik olarak sunulmaktadır. Teslimiyet ile gereksiz diklenmeler arasında oynanabilecek bir alan olmadığı doğru değildir. ABD ile daha eşit ve Türkiye’nin çıkarlarını daha kıskançca koruyan bir ilişki imkânsız değildir. Ama bu daha kararlı, birlik içinde, cesur, yaratıcı ve ölçülü olmayı gerektirmektedir. Önemli olan, ABD’ye yöneltilecek taleplerin meşru hak ve menfaatlerimize ilişkin olması, gerekliliği ve uygulanabilirliğinin iyi değerlendirilmiş olmasıdır.

Kötü giden bir ilişki için daha çok iletişim, ticaret ve kamu diplomasisi önerilir. Bu üç enstrümanın dış politikada önemli rolleri olduğu doğrudur. Ancak, bazen iddia edilenin aksine, bu “tatlı” ve “yumuşak” araçlar her zaman tek başlarına yeterli olmayabilir. Başarılı bir dış politika bunların yanında ve ötesinde kararlılık, sabır ve karşıdakini gerektiğinde üzebileceğini hissettirme gibi daha “acı” ve “sert” meziyetler de gerektirir. Bu listeye daha iyi istihbarat, koordinasyon ve ilişkinin kavramsal olarak daha derin ve cesur bir analize tabi tutulması da eklenebilir. Bazen müttefikler sırf karşı tarafa ne kadar önemli olduklarını hissettirmek için diğer tarafa kendilerine hiçbir maliyeti olmadan yapabilecekleri yardımları durdurmayı, azaltmayı ya da geciktirmeyi tercih edebilirler. ABD tarafından Türkiye’ye haksızlık yapılan konular ve verilen ama tutulmayan sözler listesi giderek uzamaktadır: Iraklı Kürtler, Kerkük, PKK, Süleymaniye, Türkmenler, Irak’a ikinci sınır kapısı, kamyoncuların güvenliği, Irak’a asker gönderme kararımızın reddedilmesi, Tel Afer olayları ilk akla gelenlerdir. Bunlar hiç yokmuş gibi davranmak doğru değildir. Mütekabiliyet esası son dönem ikili ilişkilerde unutulmuş gibidir. Bu prensip bir an önce ilişkinin merkezine getirilmelidir. İki müttefik arasındaki sorunlar çözümleninceye kadar diplomatik girişimleri sabırla sürdürmek, hatta yeri geldiğinde misilleme (retaliation), diplomasinin vazgeçilmez unsurlarındandır. Önemli olan, temelde meşruiyet, gereklilik, orantılılık ve uygulanabilirlik ölçütlerinin dikkatle hesaplanabilmesidir.

Türkiye, ABD ile müttefiklik ilişkisine giderek daha az bel bağlaması gereken ve kendi varlığını ve haklarını kendi başına koruması gerekecek yeni bir döneme giriyor olabilir. Bu, “Türkiye, ABD ile arasındaki bütün köprüleri atacaktır ya da atmalıdır” şeklinde anlaşılmamalıdır. Türkiye’nin bu yeni şartlara ne kadar hazırlıklı olduğu ise şüphelidir. “Kendi ayakları üzerinde durma” çağrısı bazı kulaklara, içine kapanma, aşırı milliyetçiliğe savrulma, demokratikleşme ve modernleşmekten vazgeçme ve rasyonel olmayan ve öngörülemeyen bir ülke olmaya giden yol gibi görünebilmektedir. Oysa bu çağrı sadece kendine daha çok güvenen, gerektiğinde ulusal sorumluluğunu yüklenmesini bilen, ABD ve Batı ile daha seviyeli bir ilişkiyi sürdürebilen bir Türkiye vizyonuna dayalıdır. Türkiye’nin demokratikleşmek, ekonomik ve sosyal açıdan gelişmek ve modernleşmek için başkasının koltuk değneklerine ihtiyacı bulunduğu şeklindeki anlayış, kabulü mümkün olmayan bir anlayıştır.[42]

* ASAM, araştırmacı. E-posta: sbkoc@avsam.org

[1] Son dönemde Türk-Amerikan ilişkileri üzerine yapılan en enteresan tahlillerden biri için bkz. Mark Parris, “Statement of Ambassador (ret.) Mark R. Parris Before House Committee on International Relations Hearings on ‘U.S. - Turkish Relations’", 11 Mayıs, 2005. http://wwwc.house.gov/international_relations/109/par051105.pdf
[2] Yazarın konu ile ilgili diğer yazıları için bkz. Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Cilt 10, No: 1, Bahar 2004, ss. 5-29; “Türkiye, ABD ve Irak Harekatı: Hayır Diyebilen Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt. 3, No. 33, Ocak 2003, ss. 41-46; “2004'ten 2005'e Türk-Amerikan İlişkileri”, Stratejik Analiz, Cilt 5, Sayı 56, Aralık 2004, s. 61- 67; “Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı?” Stratejik Analiz, Cilt 4, No. 37, Mayıs, 2003, ss. 46-52; “’Çirkin Amerikalı’ ile ‘Güven Bunalımı’: Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişlkileri”, Stratejik Analiz, Cilt 4, No. 40, Ağustos 2003, ss. 43-48.
[3] İncirlik Üssü buna örnek olarak gösterilebilir. Bilindiği gibi 1990’lı yıllarda bu üssün Kuzey Irak amaçlı kullanımı konusunda ciddi şüpheler olmasına rağmen üs ile ilgili kararın TBMM tarafından uzatılmasında bir sorun yaşanmamıştır.
[4] Ermeni ve Kıbrıs konusu bu noktaya örnek olarak gösterilebilir. Kongre’de Ermeni konusunda verilen yasa tasarılarının çıkış noktası elbette Amerikan Yönetimi değildir. Ama bu konunun Beyaz Saray’ın eline, Türkiye’den karşılığında -direk olmasa bile- bir şey istenebilecek bir koz verdiği açıktır. Bu konu, aynen Kıbrıs’a bazı Amerikalı milletvekilleri gitmesi örneğinde olduğu gibi değişik konularda Türkiye’den “anlayış” isterken “satır arasında” kibarca hatırlatılmaktadır.
[5] Bakü-Ceyhan boru hattı buna örnek olarak gösterilebilir.
[6] Gerek Birinci Körfez Savaşı’nın, gerek sürmekte olan Irak Harekâtı’nın, ekonomik, mali ve güvenlik açılarından Türkiye’ye olan maliyeti bu konudaki örneklerden sadece biridir.
[7] ABD’nin üstün analitik ve organizasyon becerisinin altyapısı için bkz. Şanlı Bahadır Koç, “Arzın Merkezine Seyahat: ABD Ulusal Güvenlik Konseyi”, Avrasya Dosyası, Güz 2005 (baskıda)
[8] Mahir Kaynak da stratejik ortaklıkta “karşılaşılan risklerin ve elde edilecek sonuçların paylaşılacağı” na dikkat çekmektedir. “Stratejik ortaklık”, Star, 13 Haziran 2005.
[9] Bkz. Cüneyt Ülsever’in Hürriyet gazetesinde arka arkaya yazdığı üç yazı, “Camp David ruhuna göre (I): Stratejik ortaklık kavramı nedir?” 15 Haziran 2005; “Camp David ruhuna göre (II): Stratejik ortaklığa neden ihtiyaç var?”, 16 Haziran 2005; “Camp David ruhuna göre (III): AKP’nin stratejik derinlik yaklaşımı ne işe yarıyor?” 18 Haziran 2005.
[10] Burada spekülatif bir tahmin yapmak için bir parantez açmak gerekirse, son dönemde ABD ile yakın olmaktan memnun olan ender aktörlerden biri olan Kuzey Iraklı Kürtlerin bu “şerefe nail olmalarının” nedeni, Bush Yönetiminin kendilerine saygı duyması değil, haklarında Türkiye’de o çok korkulan stratejik kararın verilmiş olması olabilir.
[11] Bu noktada şu iki meşru ama cevabı zor ve münakaşalı soru ile karşı karşıya kalınmaktadır: 1) Türkiye’nin Irak’taki menfaatlerini sürekli ve bilinçli olarak kaale almayan ABD bunu ne ölçüde 1 Mart olayına karşılık olarak yapmıştır? Türkiye son iki-üç yıllık dönemde nasıl davransaydı ABD Irak’ta Türkiye’nin çıkarlarını da kucaklayan bir davranış içinde olurdu? Bu mümkün müydü? 2) Türkiye’nin bundan sonraki dönemde dış politikasını Washington ile uyumlaştırması bu süreci ne ölçüde ve hangi ihtimalle tersine çevrilebilir? Bu konuda artık geri çevrilmesi çok mümkün olmayan bir karar alınmış ve “düğmeye basılmış” olabilir mi? Türkiye’de ABD ile ilişkiler üzerine kafa yoran bir çok kişi, bu ve benzeri soruların karmaşıklık ve değişkenliğini yeterince dikkate almadan değerlendirmeler yapmaktadırlar. Oysa, ABD tarafının bile bu gibi soruların cevabını tam olarak bilmemekte olduğunu sanıyoruz.
[12] Bu konunun önemli olduğunun belirtilmesi, yazarın eşitliği bir saplantı haline getirdiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Türkiye ve ABD gibi, ulusal güç ve ihtiyaç bakımından iki çok farklı aktör arasındaki ilişkide gerçek anlamda bir eşitlik hiç bir zaman ulaşılamayacak ve belki de gereksiz bir amaç olabilir. Önemli olan, ikili ilişkideki asimetrinin çok ileri boyutlara gelmesinin önemsiz ve engellenemez olduğu anlamına gelebilecek tutum ve davranışlardan kaçınılmasıdır.
[13] Örneğin, Cengiz Çandar gibi önde gelen bir yorumcu bir televizyon programında, “Türkiye’nin çıkarının ABD ne diyorsa o olduğunu” ifade etmiştir. Durum gerçekten buysa, zaten o zaman “dükkanı kapatıp” dış politikayı ABD’nin otomatik pilotuna bağlamak gerekir.
[14] Ömer Lütfi Mete, “'ABD Çıkarması'nın Sağlaması”, Sabah, 9 Haziran 2005.
[15] Bu durum sadece Türk liderlere özgü bir şey de değildir. Zaman dışında önemli bir maliyeti olmayan bu tür davetler bazen ABD’ye önemli kazançlar sağlayabilmektedir. Bu dış politika yönteminin önemli sayılabilecek maliyetinin olmaması, cömertçe kullanılacağı anlamına gelmemelidir. Tersine, ne kadar ölçülü – sınırlı kullanılırsa, değerinin ve etkisinin o kadar daha fazla olacağı söylenebilir. Yabancı liderlerin Beyaz Saray’a veya Camp David’e davet edildiklerinde “ayaklarının, âdeta ve bir ölçüde, yerden kesilmesi” normaldir. İnsanın kendini dünyanın merkezinin ve gücün yakınında görmesi güçlü ve kaçınılmaz bir duygu olabilir. Bu duygu, yabancı liderlerin “kıvama gelmesinde” rol oynayabilir. Bunun derecesi liderin karakteri ve ülkesine göre değişebilir ama Blair dahil hemen hepsinde benzer bir etki yaptığını söylemek yanlış olmayacaktır.
[16] Bazı kesimler ziyaretin başarılı olmasını istememiş olabilirler ama ziyaretin yanlış ve başarısız olduğunu söyleyen herkes bu kategoriye konulmamalıdır. Elbette tek bir ziyaretle Türk-Amerikan ilişkilerinin düzelmesini beklemek doğru olmaz. Ama yine de bunun yanlış ve başarısız bir ziyaret olduğu söylenmelidir. Hükümet kendisine yapılan tüm eleştirilerin kendi başarısızlığını isteyen veya esas gerçekleri bilmeyenler tarafından yapıldığı şeklinde bir düşünceye saplanıp kalırsa bundan sadece kendisi değil Türkiye’de zarar görecektir.
[17] Eğer 45 dakikalık bir görüşme için uzun süre beklemeye razı olunursa Türkiye büyüklüğü ve önemindeki bir ülkenin Başbakanı olarak Amerikan Başkanından randevu alınmaması düşünülemez. Bu nedenle sadece görüşmenin yapılmış olması başarı için yeterli değildir. Hükümetin randevuyu isterken bunu tahmin etmemiş olması güçtür ve buna rağmen görüşmede ısrar etmeleri hatadır. İlişkide kısa vadede bir iyileşme sağlanmazsa soğukluğun kalıcı olacağından duyulan endişe bu hatanın nedeni gibi görünmektedir.
[18] Bu arada, ABD’deki Türk uzman ve gazetecilerin Amerikalıların “going native” dedikleri duruma fazlasıyla açık oldukları görülmektedir. Olaylara Amerikan tarafının baktığı gözle bakmaya çalışmak ile bunu hiçbir analitik ve ahlaki filtreden geçirmeden tek ve değişmez gerçek diye ortaya koymak arasında fark olmalıdır. Bu ayrıma dikkat edilmezse tek fonksiyonu Washington’un Ankara’dan isteklerini Türk kamuoyuna ileten “Amerika’nın sesi” durumuna düşülebilir.
[19] ABD’yi dengelemek için diğer ülkelerin ne tür stratejiler geliştirebileceklerine dair bkz.
G. John Ikenberry, “Strategic Reactions to American Preeminence”, National Intelligence Council, Temmuz, 2003.
[20] Başbakan’ın ziyarette Dışişleri Bakanı’nı da götürmesi Türk diplomasisinin yazılı olmayan kuralları dışındadır. Ayrıca, belki Başbakan’ın ziyaret için yanında götürdüğü bakanların sayısını bu kadar yüksek tutması da eleştirilebilir. Önemsiz gibi görünen bu ayrıntılar aslında karşı tarafa “bu ziyarete aşırı bir önem verdiğiniz ve ilişkileri düzeltme konusunda engellenemez bir istek duyduğunuz” mesajını verebilir. Bu durum Amerikan tarafının uzun süre görüşme için isteksiz olduğunu gizleme gereğini duymadığı gerçeğiyle birleştirildiğinde ziyarette sağlıklı ve gerçek bir müzakere ve pazarlık yapma şansını oldukça azaltmıştır. Yapılan teknik bir hata gibi görünse de sonuçları somut olmuş olabilir. Bunun da etkisiyle Ankara’nın son yıllarda ABD ile ilişkilerde, hem de büyük bedeller ödeyerek, kazandığı manevra alanı ve özgüven büyük ölçüde kaybolmuştur. Ayrıca, bu ziyaretten bağımsız olarak ABD ile ilişkilerde zaman zaman Dışişleri’nin dışlandığı, görüşmelerin kayda geçirilmediği, alınan kararların bürokrasiye iletilmediği ve takip edilmesinde sorunlar yaşandığı eleştirleri de yapılmaktadır.
[21] Bu konuda bkz. oyun teorisi, güç kullanımı, nükleer strateji gibi konularda klasik eserlere imza atmış olan “modern stratejik düşüncenin duayeni” Thomas C. Schelling’in Strategy of Conflict adlı eseri. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1960.
[22] Başbakan Erdoğan belki de Kıbrıs konusunda “kazandığı başarıda” bu yaklaşımın önemli bir rolü olduğunu düşünmektedir. Ancak, “her zaman bir adım önde olmak” dış politikada için bir prensip olamaz. Konuşmaya, müzakere etmeye, iyi niyetli olduğunu kanıtlamaya, aldığından daha çok vermeye her zaman hazır olmak bir dış politika ilkesi olamaz, olmamalıdır. Nitekim, karşı tarafın “kötü niyetini” kanıtlamak amacıyla verilen ödünler zaman içinde birikerek geri dönülmez noktalara gelebilir, yerleşik uygulamalara dönüşebilir.
[23] Dış politikayı oluşturanların dünyadaki çıkar çatışmalarını ve tarihin yenilgiler, başarısızlıklar, acı sürprizler, trajediler, aptallıklarla dolu olan yüzünü iyi etüd etmeleri gerekir. Liderler, insan doğasının bencilliği ve kötülüğünü, devletler arasındaki ilişkilerin doğasının zannedildiği kadar değişmediğini, uluslararası siyasette gücün önemini, müzakerelerin inceliklerini, çıkarların uyuşmasının her zaman kolay ya da mümkün olmadığını, ödün vermeye çok hazır görünmenin bedellerini, diplomaside “zamanlama, nüans ve perspektif” üçlüsüne hakim olmanın önemini iyi idrak etmelidirler. Liderler, karşısındakinin ihtiyaç, algılama, değer, korku, umut, güç ve zayıflıklarını bilmeden oturulan müzakerelerin nasıl hüsranla sonuçlanabileceğini bilmelidirler. Ayrıca, “söyleyecek bir şeyiniz yoksa susmak gerektiğini”, “söylenen her şeyin ileride aleyhinize kanıt olarak kullanılabileceğini”, liderlerin çevrelerinde her zaman acı gerçekleri söyleyecek insanlara ihtiyacı olduğunu hiç unutmamalıdırlar. Başbakanlar önlerine gelen bilgi ve fikirleri ve bunlardan sorumlu danışmanları sorgulamanın, bağımsız bilgi ve fikir kaynaklarına sahip olmanın gerekliliğini hatırlamalıdır.
[24] Örneğin, Süleyman Demirel Başbakan’ın ziyareti ile ilgili olarak şöyle konuşmuştur: “Bu dostluk bir süreçtir. İlle de bir alıp verme meselesi değildir. Sorunların bir kısmı çözülür, bir kısmı çözülmez. Önemli olan, Ankara'yla Washington arasında diyaloğun açık olmasıdır. Bu başlı başına önemli bir konudur.” Hasan Cemal, “Gerilim, Tansiyon Kime Yarar?”, Milliyet, 14 Haziran 2005. İlk başta bilgece intibaı veren bu sözler aslında pazarlığın da bir süreç olduğunu dikkate almıyormuş gibidir. Günün sonunda “dostluk” devam ediyor ama siz çıkarlarınızı koruyamıyorsanız buna nasıl başarı denebilir? Halbuki ilişkilerin sağlığının göstergesi “aramızın iyi olması değil, Türkiye’nin çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi olmalıdır.
[25] Tersi bazı istisnalar olsa da, Yeni muhafazakarlar 1 Mart’ı unutmayı reddetmektedir. 1 Mart’a şaşırtıcı derecede insaflı bir bakış için bkz. Michael Rubin, “A Comedy of Errors: American-Turkish Diplomacy and the Iraq War”, Turkish Policy Quarterly, Spring 2005 <http://www.meforum.org/article/701>. Bunu sadece ilkel bir öc alma ve ceza verme duygusu ile açıklamak haksızlık olabilir. Bu ısrarın kendi açılarından pratik bir nedeni de vardır. İnsan doğasının kötümser ve kötücül yorumuna inanan bu grup “aynı hatanın bir daha tekrarlanmaması için” Türkiye’nin de 1 Mart’ı unutmasına izin verilmemesi gerektiğini düşünmektedir. Benzer bir güdüyü Irak Savaşı nedeni ile kara listeye aldıkları Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olmasına karşı çıkarak da göstermektedirler. Yeni muhafazakarlar bu yönleri ile, kendilerini bir parçası olarak göstermek istedikleri idealist okuldan çok küçümsedikleri realistlere benzemektedir.
[26] Yasemin Çongar, “ABD AKP Dansı”, Milliyet, 13 Haziran 2005.
[27] Murat Yetkin, “İncirlik’e Son Nokta”, Radikal, 30 Mart 2005.
[28] Steve Fainaru and Anthony Shadid,“Kurdish Officials Sanction Abductions in Kirkuk”, Washington Post, 15 Haziran 2005.
[29] International Crisis Group, “Iraq: Don't Rush the Constitution”, 8 Haziran 2005.
[30] Bu görüşü paylaşan bir değerlendirme için bkz. Derya Sazak’ın Henri Barkey ile ropörtajı, Milliyet, 20 Haziran 2005. Henri Barkey Amerikan Kongresi’nde 11 Mayıs 2005 tarihinde yaprığı sunumda da aynı konuya değinmiştir. House Committee on International Relations, “The State of U.S.-Turkish Relations”.
[31] Buna karşılık, sadece karşı tarafın beyanlarını dikkate alan ama pratikte, “alanda” ne olduğunu önemsemeyen ve küçük küçük görünebilecek adımların nihaî aşamada ve toplu olarak ne anlama gelebileceğini değerlendiremeyen bir anlayış da ülke güvenliği için büyük risk kaynağı olabilir.
[32] ABD’nin teröristliği bizzat kendisi tarafından da kabul edilen bu örgüte yönelik pasif yaklaşımı dünya kamuoyunda teşhir edilmelidir.
[33] Mehmet Ali Birand, “ABD, PKK’ya Karşı Harekete Geçiyor mu?” Posta, 14 Haziran 2005.
[34] Bu amaçla, New York Times gibi Bush Yönetimi’nin çelişkilerini ortaya koymaya daha hazır yayınlara somut bilgi ve argümanlardan oluşan ölçülü yazılar gönderilebilir.
[35] PKK konusunda Türkiye’nin ABD’nin önüne koyması gereken ayrıntılı öneriler için bkz. Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Cilt 10, No 1, İlkbahar 2004, ss. 18-20.
[36] “Genelkurmay II nci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Amerikan Türk Konseyinin 24 ncü Yıllık Toplantısında Yaptıkları Konuşma”, 7 Haziran 2005 aziran Hve “Genelkurmay II nci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Amerikan Türk Konseyinin 24 ncü Yıllık Toplantısı Öğle Yemeğinde Yaptıkları Konuşma”, 7 Haziran 2005.
[37] Bu konudaki en zarif yazılardan biri için bkz. Fouad Ajami, “Bush Country”, Wall Street Journal, 16 Mayıs 2005.
[38] Güneri Civaoğlu, “Bozuk CD”, Milliyet, 14 Haziran.
[39] Bu arada Suriye sınırının mayından arındırılması ve askersizleştirilmesi bu ülkenin yaşayabileceği şiddetli değişim ihtimali de dikkate alınarak daha dikkatli değerlendirilmesi gerekir. Türkiye’nin Suriye sınırı önümüzdeki dönemde Irak’takine benzer bir istikrarsızlık, terör ve şiddet sarmalı haline gelebilir. Bu konuda ihtiyatlı olmak daha doğru olabilir.
[40] Örnek olarak bkz. Ian Bremmer, “Syria: Bring Back the Carrots”, International Herald Tribune, 17 Haziran 2005.
[41] Güç ve sorumluluğu beraber taşıyan insanlara biraz daha cesur olmaları gerektiğini söylemek, bu ikisini de ancak uzaktan bilen insanlar için kolay olabilir. Sorumlu insanlar uzaktan sadece kağıt üzerinde gözüken riskleri, mesela “düğmeye basılmasını”, çok daha gerçek ve büyük olarak görebilirler. Bu satırların yazarı, kendini ne kadar güç ve sorumluluğa sahip insanların yerine koymaya çalışsa da bunu tamamen yapamayacağının farkındadır. Ancak buradan şu sonuca varmamak gerekir: “Sorumlu olanlar ne düşünüyorsa en doğrusu odur. Dışarıdan ayrıntıları, içeriyi, ‘havayı’ bilmeyenler iyi niyetliyseler bile çok ciddiye alınmamalıdır.”
[42] Bu görüşe örnek olarak bkz. Ömer Taşpınar, “ABD'nin En Büyük korkusu”, Radikal, 20 Haziran 2005; İlter Türkmen, “AB Politikamızı Değiştirelim mi?” Hürriyet, 21 Haziran 2005.
 
Comments:
Thank you!
[url=http://teppggna.com/nigt/kmxz.html]My homepage[/url] | [url=http://hyhvxpbx.com/eypy/civz.html]Cool site[/url]
 
Well done!
My homepage | Please visit
 
Great work!
http://teppggna.com/nigt/kmxz.html | http://jmschhje.com/yoia/ujmh.html
 
Ulusalcilik mi, Yurtseverlik mi?
HB Paksoy

Ulusalcilik mi, Yurtseverlik mi? Aralarindaki ayricaliklar ya da ortak
paydalar nelerdir? Birbirlerine esitmidirler? Bu sorularin uzerinde
durulmasi gerekmidir?

Her iki sozcuk uzerine cok soz soylenmistir. Ancak, burada tanim
sozlerini yinelemek yerine, yapilan islere ve atilimlara bakmanin daha uygun
olacagi ileri surulebilir.

Yil 1774. Thomas Paine (1737 ? 1809) adli bir Ingiltere Birlesik
Krallik yurttasi, Amerika'ya goc eder. 1776 Amerikan Bagimsizlik Duyurusundan
az once Common Sense [i] (Ortak Duygular; "dengeli dusunme") adli kucuk
kitabini yayinlar. Amerikan Baskaldirma Ordulari komutani George
Washington ( 1732 - 1799), bu kitabi butun kitalara, en kucuk birliklere
kadar yuksek ses ile, subaylar yolu ile okutturur. Amerikanciligin ve
Amerikan Devrimcilerinin onde gelenlerinden olan Benjamin Franklin (1706 ?
1790) de hem Thomas Paine'I [ii] hem de kitabini var gucu ile
desteklemektedir. Bu destek, ve Paine'in kitabi, buyuk sonuclara yol acar;
Amerikan Baskaldirisi bu tur ortak calismalar sonucu basari ile sonuclanir,
'Amerika' Bagimsizligini kazanir.

Simdi: Bilindigi uzere, 1776 Amerikan Devrimi [iii], "Amerikan yerlesim
alanlarini" (1620 den baslayarak) kuran Ingiltere Birlesik Kralligina
karsi bir atilimdir. "Amerikan yerlesim alanlari," Birlesik Krallik
kokenlilerce kurulmustur. [iv] Bu kurulusun birkac nedeni vardir.
Birincisi, bu yerlesim alanlarindan Ingilere Birlesik Kralligina her turlu
hammadde saglamak, Fransa ile yasanmakta olan dunya cercevesindeki savasta
Fransayi yenebilmek icin kaynak bulmak. Ustelik, Amerikan Yerlesim
Alanlarinda oturanlarin tumu de, Amerikada dogmus olduklari bilinerek,
Birlesik Kraliyet yurttasi. Bu Yerlesme alanlarinda yururlukte olan yasalar
Birlesik Kraliyet yasasi; yururlukte olan para, Birlesik Kraliyet
parasi; vergiler Birlesik Kraliyet kasalarina, Londra'ya gonderiliyor. Bu
yerlesim alanlari da hep birlikte "Yeni Ingiltere" olarak biliniyor.

Peki, nasil oluyor da, Birlesik Krallik yurttaslari topluca ana
ulkelerina karsi kazan kaldiriyorlar? Bu, Onalti ve Onyedinci yuzyildaki
Turkmen boylarinin Osmanli'ya karsi baskaldirmasina (Celali Isyanlari adi
verilmistir) benzer bir olaymidir? Gene bilindigi uzere, Osmali ve
Safavi'ler arasinda inanc (Sunni-Sii) ayriliklari bu baskaldirmalara ortu
gorevi yapmis idi. Birlesik Ingiliz Kralligindan Amerika'ya gocmen
gidenler de, Ingiltere'nin devlet kilisesi olan Anglican degil, yeni "Puritan"
mezhebi uyeleridir.

Oyle ise, en onde sorulabilecek bir soru: bu Amerikan Baskaldirmasi,
ulusalcilik uzerine mi kurulmustur, yoksa, yurttaslik uzerine mi? Bu
soru'ya yanit verilebilir mi? Verilir ise, yanitin belgeleri, gostergeleri
nelerdir; verilemez ise, sorulmasi gerekli sorular nedir? Bu sorular
sorulmaz ise, dunya'nin sonu gelir mi? Yoksa, onemli olan, Toplum Olarak
Varilmak Istenen Sonucun Ne Oldugu'mudur? Belki de soru, Toplumun var
ya da yok olmasidir; dolayisi ile soru ve karsiliklari temelden ele
alinmayacak olur ise, sonuc bir toplum icin dunyanin sonu olabilir.

Deneyelim. Daha Amerika Birlesik Devletlerinin kurulmasina birkac yil
vardir. [v] 1776 oncesi, Yeni Ingilteredeki her Yerlesim Alani'nin,
Londradaki 'anayurt' ile Yazisma Kalemleri var idi. Burada belirtilmesi de
gerekir ki, bu ilk yerlesmeler Birlesik Krallik yasalarina gore birer
"paylasmali alisveris ortakligi" olarak kurulmus idiler. Bu
ortakliklarin paylari, Londra pay satis pazarinda el degistirebiliyordu. Ek olarak,
Yeni Ingiltere'deki belirli Yerlesim Alanlarinin Londra'da, Yeni
Ingilteredeki yerlesimden aylik alan "Inak"lari bulunuyordu. Edmund Burke
(1729 - 1797), New York yerlesim alaninin Londradaki aylikli "Inak"i idi.
Aylik aldigi isvereninin verdigi gorevlerini yerine getirir iken
yazdiklari arasinda " American Taxation (Amerikan Vergileri)" (1774), "The
speech on Conciliation with America (Amerika ile Barisma Uzerine bir
Konusma)" (1775) gibi onemli cogulcu yonetimle ilgili bildirileri de
bulunur. Bu surec icinde, New York Yerlesim Alaninin en buyuk istegi,
bolgesinde yururlukte olan Ingiliz parasinin oran ve tutarinin
arttirilmasidir; ek olarak, bankalardaki kagit para tutarlarini ve dongulerini
arttirmakdir. O surec icinde Massachusetts Yerlesim Alaninin istegi de,
Ingiliz vergilerinin dusuk tutulmasi idi. Anayurt Londra, bu iki istege (ve
digerlerine) de karsi cikti; Ustelik, bu istekleri cezalandirmak icin ek
vergi de koymaya calisti. Amerikalilar baskaldirdilar.

1776 Amerikan Devrimi yer aldiktan sonra, Birlesik Kralliga karsi
gelmek istemeyenler, Birlesik Kralliga bagli kalan Kanada'ya goctu.
Onduzuncu yuzyilda, Avrupanin diger koselerinden gocmenler artik Amerika
Birlesik Devletleri olan Amerika'ya buyuk sayilarda ulasmaya basladilar.
Almanlar, Irlandalilar, Italyanlar, Dogu Avrupalilar (Osmanli'dan goc
edenleri de icerir) ABD nin degisik yerlerinde yerlestiler. O kadar ki, ABD
yi yonetenler, ya da ileride yonetmek icin istekli olanlar, bir
"Amerikancilik Akiminin" baslamasinin gerekli oldugunu acikca ve gazetelerde
savunmayi uzerlerine aldilar; bu geregin, yurt savunmasi icin bir temel
tas olarak gorduklerini belirttiler. Bu goruslerini, ileri gelen
Amerikan universitelerinin yillik bitirme torenlerinde de dile getirdiler.
Dolayisi ile, Amerika icindeki yerli Amerikanciligin kurulmasinda onemli
bir yeri olan bu durum'un iki yonune daha bakmak gerekir.

Amerikada universiteler, ABD nin kurulmasindan once isbasi yapmislar
idi. (Ilk basta, Ingiliz Birlesik Kralligindan izin alarak kuruldular).
1776 Amerikan Devriminin yapilmasina, egittikleri ogrenciler yolu ile
buyuk olcude yordam verdiler. Ancak, bu universitelerin cogunlugu Amerika
icindeki (gunumuzde var olan) 73 degisik Protestan Hristiyan mezhebine
papaz yetistirmek icin kurulmus idi. (Sonradan, Katolik universiteler
de kuruldu). Bu neden ile, gunluk yonetim islerinden, gunluk uretim
islerine varincaya dek her turlu konuda doktora yapmak isteyenler oncelikle
Almanya'ya gidiyordu. Bu turde Almanya'dan doktorali Amerikan
universite ogretim uyelerinin sayisinin 20ci yuzyil baslarinda besbin'I astigi
soylenir. Bu durumun, "Amerikanciligin" gelismesini engelleyecegi
dusuncesinde olanlara karabasanlar indirdigi iyi bilinir.

Is, yalniz bilgi ile kalmaz; Toplumun kimligi, benligi soz konusudur.
Kimin bilgisi, kimin benligi yararina is yapilacaktir? Bu benlik ve
kimlik, maya olarak gorulen verilerden olusur. Kimin gelismesine katki
yapilacagini belirler. ABD icindeki Amerikancilari en cok durtukleyen de,
bu oz Amerikan mayasinin olusmasina engel olan diger mayalar idi.
Ezgiler, oykuler, tuyuglar, cizimler bu kapsam icinde goruluyordu. Gunumuzde
calismakta olan ABD "Ulusal Sanatlar Vakfi" nin kurulmasina da, Ikinci
Dunya Savasi sonrasi, bu gibi dusunceler ve korkular yol acmis idi.

ABD Baskan'i olmak icin dusuncelerini belirlemek isteyenler arasinda
Theodore Roosevelt (1858 ? 1919) de var idi. 1901-1909 arasi ABD nin 26ci
Baskani olarak gorev yapti; 1905 yili Japon-Rus savasina arabuluculuk
yaptigi ve baris'I sagladigi icin, 1910 yilinda Nobel Baris Odulunu
aldi. Panama Kanalinin Amerikan olmasinda buyuk agirligi vardir. Bir duzine
kadar da kitap yazdi ve yayinladi. Theodore Roosevelt 1894 yilinda
(yakin gecmisteki gocmenlere de donuk olarak) "Gercek Amerikancilik"
baslikli yazi ile ozetleme yapti. [vi] 1915 yilinda ise, ABD nin Birinci
Dunya savasina katilmasi oncesi: "Bu ulkede cifte adli Amerikanciliga yer
yoktur; Irlandali-Amerikali , Alman-Amerikali yoktur. Yalniz Amerikali
vardir" [vii] gorusunu savundu. Bu arada, Ingiliz Dusunce Isvereni ve
Ingilizce sozlugu ilk derleyen kisi olan Samuel Johnson (1709 ? 1784) un
1775 yilinda soyledigine de ozen ile gondermede bulundu: "Yurtseverlik,
bir alcagin en son siginagidir. " [viii] Bu deyisi ile, Teddy Roosevel
hem yurt sevgisini hem de bu bayrak altina siginabilecek ancak
istenmeyen kisiler de bulunabilecegini ozetliyordu. Bu 'alcak' kisilerin
istenmemesinin nedenlerinin arastirilmasi gereklidir. Ek olarak, Samuel
Johnson'un dusuncesinin ardinda yatan etken'in, Isvicre dogumlu Fransiz
Isvereni (ve Fransa'dan cikarilan) Jean-Jacques Rousseau (1712 ? 1778) nun
goruslerinin olup olmadigi da ayri konudur. Sonunda, Rousseau
Ingiltere'ye yerlesmis idi.

Teddy Roosevelt, Paristeki Sorbonne universitesinde 1910 yilinda
yaptigi Bir Cumhuriyet Icindeki Yurttaslik [ix] baslikli konusmasinda ise,
konusan degil, is yapan kisinin yurttaslik ile olan iliskileri uzerinde
durdu. Bu is yapmanin da, Amerikanciligi ozdeslestirdigini vurguladi:
"Bir elestiricinin degeri yoktur; ortaya cikip kendi yaptigi is'leri
tozlu, terli yuzu ile gostermedikce? ?". Bir yerde, Teddy Roosevelt, Ziya
Pasa'nin (1825-1880) sozlerine gonderme yapmis gibi konusmamismiydi:
"Ayinesi is'tir kisinin; laf'a bakilmaz?"

Pek cok acidan, Theodore Roosevelt cok basarili bir kisidir.
Ulusalcilik- Yurtseverlik tanimlarina hem dusuncesel hem de uygulamali olarak
buyuk katkilarda bulundu. Ornegin, 1898 ABD-Ispanyol savasinda ABD kara
ordusunda yarbay olarak (birliginin en onunde, ates altinda) buyuk un
kazandi. Bu, gecmiste cok seyrek olarak gorulebilecek bir ozelliktir.
(Aksak Timur Bey'den Ataturk'e kadar dokumlu ornekleri bilinir). Teddy
Roosevelt, dunyanin gidisine ve gunune denk gelmis ve bundan yararlanarak
bu gidise yon verebilmistir. Ancak, is'e basladiginda, bir gun bu denli
etkili olacagini biliyor mu idi sorusu su kaldirir. Basarili olmak
istegi ile ileri atilmis idi. Ama, basarili olacagini biliyormuydu? Yoksa,
onun icin onemli olan, elinden geleni yapmayi bir gorev saymasimiydi?


Mississippi suyunda gorev yapan gemi kaptanlari, bu sig suyun
derinligini surekli bilmek, gemileri karaya oturtmaktan kacinmakla da yukumlu
idiler. Bu derinligi olcmek icin bir sicim ucundaki agirlik suya atilir,
agirlik dibe degince geri cekilip kulac ile olculur idi. Bu islem
'sicime dugum at ' anlamina gelen "Mark Twain!" deyimi ile gunumuze kadar
gelmistir. Adi gecen unlemeyi kalem adi olarak alan Samuel Clemens (1835
? 1910), bir sure o gemilerde kaptanlik yapmis idi. O yillarda
gorduklerini, yerel agiz ile yazdigi oykuler olarak yayinladi. Yayinlari,
Amerikan toplumu icinde buyuk yanki yapti. Cunku, kullandigi agiz, Avrupadan
ve ozelikle Ingiltereden gelen mayayi tasimiyordu. Tam anlami ile
Amerikanciydi; Amerikan turu Baskaldirmacilik idi. Twain'in yayinlari ile
gerceklestirdigi yurttaslik mi idi, ulusalcilik mi oldu? Konu uzerine
dile getirdigi goruslerini kendi kaleminden kapsamli olarak
okuyabiliyoruz. (http://www. twainquotes. com/Patriotism. html)

Twain'in yazdiklarindan bir ornek verebiliriz: "(Bir Toplum'un) Yonetim
Kesim'i yalnizca bir karabas'tir (hizmetkar). Hem de yalnizca gecici
bir karabas. Bir Yonetim Kesimi dogru ya da yanlis'In (yasal) tanimini
yapamayacagi gibi, kimin yurtsever, kimin olmadigini da bu acidan
saptayamaz. Yonetim Kesiminin islevi, kendine verilen buyrugu yerine
getirmektir; buyruk vermek degil."

Fransiz Devriminin simgesi uclu sacayagi gibi bir deyimdir. Bu devrim
sonrasi Avrupalilarin dusuncesine giren, yurttaslik mi yoksa ulusalcilik
mi oldu? Sozu edilen "Bagimsizlik, Esitlik ve Birliktelik" kimin icin
gecerli idi? Dunyanin herhangi bir yerindeki Fransiz icin mi, yoksa
yalniz Fransada yasayan Fransizlar icin mi? Bu Fransizlarin tum'u de Fransa
dogumlumuydu? Hatta, Fransiz ana-babadan mi dogmuslardi? Adi gecen
surec icinde butun Fransa Fransizca konusabiliyormuydu? Yoksa yerel diller
mi daha gecerli idi?

(Bu arada, Fransizlarin Alman---Cermen- --Gothlarin bir kolundan
geldigi unutulmamali) . Neden Avrupanin geri kalan "ulkeleri" Fransiz
Devrimine karsi ciktilar; bu Devrimi durdurmak icin kendi aralarinda birlikler
kurdular? Fransiz Devriminin, Amerikan Devriminden esinlendigini
bildiklerinden mi? Eger bu devrim durdurulmayacak olursa, ilerde baska
devrimlerin de yer alabileceginden mi? Fransiz Devrimine karsi gelenler,
gelmekte olan Rus Devrimini gorebiliyorlarmiydi ? Fransizlarin birbilerini
tanimak icin kullandiklari "Yurttas' deyimi, Fransiz olmayanlarin
yureklerine o denli korku mu indiriyordu? Ya "Fransiz Ulusu" deyimi?

Ataturk, Lenin ve Marx, degisik sureclerde, birbirlerinden uzak
ulkelerde dogmus, birbirleri ile baglantili olmayan ana-dilleri konusmus,
degisik kisisel ozvarlik kayitlari (DNA) gostererek, birbirlerinden
ayricalikli egitimler almislardir. Bununla birlikte, her uc'u de yasamlarini
koklu devrimcilige adamislardir. Belirli bir yerde, her uc'u de
mayasal-toplumsal Baskaldiricidir. Ataturk, bu ugraslar icinde onemli konularda
unutulmayacak deyimler yaratmistir. Bunlarin en onde gelenlerinden biri
de: "Milletin Efendisi Koyludur" gorusudur. Atarturk'den once Marx ve
Lenin "Koylunun Diktatorlugu" nu kurmak icin calistiklarini aciklamis
idiler. Bunlar yurttaslik atilimlarimidir, yoksa ulusalcilik mi? Onemli
olan, bu deyimlerin yalniz kagit uzerindeki tanimlarimidir, yoksa bir
toprak uzerinde belirli toplumlara yapilan uygulamalari mi? Bu
uygulamalarin, toplumun kokenlerine ve maya'sina olan yakinligi mi? Bu
uygulamalarin sonuclari neler olmustur? Her ulke neden kendine ozgu uygulamalarda
bulunmak yetkisinde oldugunu vurgular?

Birbirlerine ters dusen konumlar en verimli sonuclara gebedirler. Hem
dusunceler bakimindan, hem de insancil, hayvancil yasam bakimindan.

Ters dusunceler birbirlerini igneler yeni goruslerin ortaya cikmasini
saglar. Deniz ile kara birbilerine ulastiklarinda hem karada yasayanlar
hem de denizde yasam gecirenler bu birlesimden gundelik ve soysal
'gecimlerini' saglarlar. Bu uygulamayi 'cogulcu yonetim' olarak
tanimlayabiliriz. Yavas yurudugu, ve giderinin yuksek oldugu gercektir. Ancak, bir
de tersini dusunelim: Insanlik acisindan, Tek Kisilik yonetim daha mi
az giderlidir?

Mark Twain'in bir deyisi buraya uygun dusebilir: "Tarih kendini
yinelemez; ama, ses uyumludur."



------------ --------- --------- --------- --------- ---------

[i] http://www.ushistory.org/Paine commonsense/ index.htm
[ii] http://aton.ttu.edu/pdf/ Age_Of_Reason_ Part_1.pdf
[iii] http://www.pbs.org/ktca/liberty/
[iv] Ingiltere, Iskocya, Galler ve Irlanda.
http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3846.htm
http://www.british-history.ac.uk/
[v] 1781 yilinda: http://www.usconstitution.net articles. html
[vi] Forum Magazine
[vii] Philip Davis, Ed. Immigration and Americanizm (Boston: Ginn&Co,
1920)
[viii] "Patriotism is the last refuge of a scoundrel" Bak Boswell's
Life Of Johnson. (London, 1791)
[ix] The Man in the Arena: Citizenship in a Republic

http://www.usakgund em.com/uayazar. php?id=646
 
Post a Comment
U.S. foreign policy, Middle East, Turkey and Beyond

ABD dış politikası, Orta Doğu, Türkiye ve Ötesi

Şanlı Bahadır Koç,


If you want to receive it early in the morning subscribe to FPR
TurcoPundit Home
Pre-March 2004Archive

ARCHIVES
March 2004 / April 2004 / May 2004 / June 2004 / July 2004 / August 2004 / September 2004 / October 2004 / November 2004 / December 2004 / February 2005 / May 2005 / June 2005 / October 2005 / November 2005 / December 2005 / January 2006 / February 2006 / March 2006 / April 2006 / May 2006 / June 2006 / July 2006 / August 2006 / September 2006 / October 2006 / November 2006 / December 2006 / January 2007 / March 2007 / April 2007 / May 2007 / June 2007 / July 2007 / August 2007 / September 2007 / October 2007 / November 2007 / December 2007 / January 2008 / February 2008 / March 2008 / April 2008 / May 2008 / June 2008 / July 2008 / August 2008 / September 2008 / October 2008 / November 2008 / December 2008 / January 2009 / February 2009 / March 2009 / April 2009 / May 2009 /

What they have said about Foreign Press Review
"FPR'ın iki "kötü" özelliği var: 1. Alışkanlık yaratıyor, onsuz yapamaz hale geliyorsunuz; 2. Değeri alındığı değil, arada bir de olsa, alınamadığı vakit anlaşılıyor. Bir de sürekli bir kaygıya yol açıyor; 'Ya bir gün kesilir ve onu hiç alamazsam' duygusuyla sürekli yaşamak kolay değil."

Cengiz Çandar


"... fantastic .... an outstanding and unique service, not just for those who follow Turkey closely, but those who follow international trends and ideas. ... selection of material is some of the best anywhere ... coverage of the Turkish press and Turkish issues is truly unsurpassed .... outstanding and intelligent service"

Graham Fuller


"... extremely useful"

Andrew Mango


"FPR olmadan ne yapardım ya da bugüne kadar ne yapmışım bilemiyorum"

Soli Özel


"Güne başlamak için FPR’den daha iyi bir yol düşünemiyorum"

Hasan Ünal


Makaleler


Ankara ve Güneydeki Riskler 29 Aralık 2011
İslamcı Dalga Üzerine 5 Aralık 2011
Ankara’ya Suriye ile İlgili Bazı Tahlil, Tahmin, Uyarı ve Öneriler 2 Kasım 2011
İran ile İlgili Son Amerikan İddiaları ve Türkiye 16 Ekim 2011
Ankara Suriye’de “Rejim Değişikliği” Politikasına Geçerken 28 Eylül 2011
Türk Dış Politika Gündemine Dair 7 Kısa Not 6 Eylül 2011
“Zafer İlan Et ve Kaç:” ABD ve Afganistan’dan “Sorumluca” Çekilmenin Mantığı 23 Haziran 2011
Orta Doğu'da Durum Raporu 25 Mayıs 2011
Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine Notlar 25 Mayıs 2011
Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine 15 Kısa Not 3 Mayıs 2011
ABD ve Karadeniz Nisan 2011

Türkiye Beşar’a Ne Demeli? Suriye'de “52 Cuma” Reformsuz Geçmez 20 Nisan 2011
Amerika-Sonrası Dünyanın Provası Olarak Libya Krizi ve Türkiye 22 Mart 2011
“Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?”: Orta Doğu’daki Değişim Dalgasının Neden, Şekil ve Olası Sonuçları 10 Şubat 2011
Analiz Üzerine Notlar 14 Ocak 2011
Wikileaks Üzerine Notlar ve Yorumlar 23 Aralık 2010
Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar 29 Kasım 2010
Amerikan Travması ve Kongre Seçimleri 23 Kasım 2010
Füze Savunması Üzerine 20 Soru ve 5 Seçenek 20 Ekim 2010
Obama Ekibinde Yaprak Dökümü - Beyaz Saray’dan Kaçış mı? 12 Ekim 2010
"Kürt Devleti" Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler 23 Eylül 2010
Mullen’ın Ankara Ziyareti 7 Eylül 2010
ABD’nin Afganistan’daki Seçenekleri 24 Ağustos 2010
Financial Times Haberinin Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Düşündürttükleri 18 Ağustos 2010
İsrail-ABD-İran-Türkiye Dörtgeni 26 Temmuz 2010
Bay Netanyahu Washington’a Gitti: Böyle mi Olacaktı, Obama? 16 Temmuz 2010
Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi Temmuz 2010
Rus Casusluk Olayı: "John Le Carre mi, Austin Powers mı?" 5 Temmuz 2010
“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü 02 Haziran 2010
Nükleer Takas: “Savaşı Bitiren Anlaşma” mı, “Acem Oyunu” mu? 20 Mayıs 2010
ABD Irak’tan Çekilirken Riskler ve Hesaplar 1 Mayıs 2010
ABD-İsrail İlişkilerinde “Normalleşme” Sancıları 22 Nisan 2010
Obama’nın Nükleer Cazibe Taarruzu: Bardağın Üçte Biri Dolu 9 Nisan 2010
ABD-İsrail İlişkilerinde “Tektonik Kayma” mı? 5 Nisan 2010
Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu 19 Mart 2010
Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler 8 Mart 2010
Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler 8 Mart 2010 (word)
Bütçe Açığı ve Amerikan Gerilemesinin Ekonomi Politiği 19 Şubat 2010
Cemaat-skeptic 6 Ocak 2010
AKP bir seçim daha kazanırsa burası FC olur 4 Ocak 2010
ABD bu işin neresinde? 29 Aralık 2009
Türkiye-Ermenistan Protokolü Üzerine Düşünceler 3 Eylül 2009
"Obama’nın Savaşı":AfPak Üzerine Notlar 20 Nisan 2009
Obama’nın Ardından 17 Nisan 2009
Obama’nın Türkiye Gezisi ve Türk-Amerikan İlişkileri 19 Mart 2009
ABD ve Orta Doğu Barış Süreci Mart 2009
Obama’nın “Kırkı Çıkarken” Mart 2009

ABD-PKK “İlişkisi” Üzerine Notlar Şubat 2009
Mahşerin Üç Atlısı: Ross, Holbrooke ve Mitchell 5 Şubat 2009
SOFA ABD için Irak’ta “Sonun Başlangıcı” mı? Ocak 2009
Obama Döneminde ABD ve Asya 15 Ocak 2009
Obama’nın Güvenlik Kabinesi Üzerine Notlar 4 Aralık 2008
Yeni ABD Başkanı Obama ve Türk-Amerikan İlişkileri 6 Kasım 2008
ABD Başkanlık Seçimlerinin Türk-Amerikan İlişkilerine Muhtemel Etkileri 30 Ekim 2008
ABD Başkanlık Seçimleri Ekim 2008
Obama’nın Biden’ı Tercihinin Bir Tahlili 26 Ağustos 2008
Amerikan Sağı Üzerine Notlar Ağustos 2008
Gürcistan Krizi, ABD ve Türkiye 11 Ağustos 2008
Obama'nın Dış Gezisi 29 Temmuz 2008
Başkan Bush’un Avrupa Gezisi ve Transatlantik İlişkileri 18 Haziran 2008
ABD Seçimleri (ppt) - 10 Haziran 2008
"Sessiz Tsunami": Global Gıda Krizi (ppt) - 29 Nisan 2008
Amiral Fallon'un İstifası 13 Mart 2008
ABD ve PKK İlişkisi Üzerine Notlar 22 Kasım 2007
“İçeride Liberal, Dışarıda Şahin”: K. Irak’a Harekat Üzerine Notlar 25 Ekimy 2007
K.Irak'a Ekonomik Müeyyideler Üzerine Sorular 25 Ekimy 2007
Irak "Hamle"sinin Muhasebesi Eylül 2007
Türk-Amerikan İlişkileri - Yeni Dönemin Gündemi Eylül 2007
ABD, K. Irak ve Türkiye Üzerine Notlar ve Sorular Haziran 2007
ABD ve Orta Doğu: "Müflis mirasyedi" mi "stratejik deha" mı? Mayıs 2007
Recommendations for Strengthening U.S.-Turkish Relations February 26, 2007
ABD'nin Irak'taki Seçenekleri Ocak 2007
'Topal Ördek'le İki Yıl Daha: 2006 Kongre Seçimleri Aralık 2006
U.S.: Empire, Gulliver or the “First Among Unequals” (ppt) - ASAM 2023 Conference - October 2006
Türk-Amerikan İlişkilerinde “İkinci Bahar” mı, “Sonun Başlangıcı” mı? Stratejik Analiz - Haziran 2006 -
Irak’ta Direnişin ve İşgalin Gölgesinde Demokrasi Deneyi Avrasya Dosyası - İslam ve Demokrasi Özel Sayısı
Gurur ve Önyargı: ABD İran Gerginliği ve Türkiye Stratejik Analiz Nisan 2006 - (pdf)
Arzın Merkezine Seyahat: ABD Ulusal Güvenlik Konseyi - Journey to the Center of the World: U.S. National Security Council Avrasya Dosyası 2005
Dört Tarz-ı Siyaset: Türk-Amerikan İlişkileri ve Başbakan Erdoğan’ın Washington Ziyareti Temmuz 2005
11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: Eski Dostlar mı Eskimeyen Dostlar mı? Avrasya Dosyası - 2005
“Dört Yıl Daha”: Yeni Bush Yönetimi ve Dünya Aralık 2004
2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri Aralık 2004
Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti Nisan 2004 - eksik
Askerî Alanda Devrim: Askerî Bir Senfoni Ocak 2004
Çirkin Amerikalı’ ile ‘Güven Bunalımı’: ‘Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişkileri Temmuz 2003 - ( pdf )
The Middle East: A Land of Opportunity and Peril for Turkey - May 2003
Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı? Mayıs 2003
Türkiye, ABD ve Irak Harekâtı: Hayır Diyebilen Türkiye? - Şubat 2003
Değişim, ‘Sense of Proportion’ ve Tarihin Yararları ile Sınırları Üzerine Nisan 2003
ABD Güvenlik Politikalarında Güç Kullanımı ve Caydırıcılık Ağustos 2002
“Yalnız Kovboy” ya da “Eşit Olmayanlar Arasında Birinci”: ABD Dış Politikasında Tektaraflılık-Çoktaraflılık Tartışmaları Mart 2002
İyi, Kötü ve Çirkin: ABD'nin Orta Doğu Politikaları Ocak 2002
Unilateralism corrupts, absolute unilateralism corrupts absolutely Turkish News, May 21, 2002
ABD ve Afganistan: Çıkış Var mı? Kasım 2001
Realism and Change
Crime and Punishment - Deterrence and its Failure in Theory and Practice 2001
“Tüketebileceğimizden Daha Fazla Değişim” ya da Eskimeyen Dünya Düzeni Ekim 2001
“ABD-AB İlişkilerinde Metal Yorgunluğu” Haziran 2001
It never rains circa. 1991.
.



Powered by Blogger