<$BlogRSDURL$>
TurcoPundit
28 October 2004
 
G-ABD 27 Ekim 2004
Kerry’nin Personel Tercihleri Üzerine Spekülasyonlar


Financial Times gazetesinde yayınlanan bir haber-yorumda, belki Bush yönetimindeki kadar olmasa bile, muhtemel bir Kerry yönetiminde de dış politika konusunda gruplaşmalar olabileceğine dikkat çekilmektedir. Konunun özünü güç kullanımının ve çok taraflılığın derecesi oluşturmaktadır. Madeline Albright, Sandy Berger ve Joseph Nye gibi ağır topların oluşturduğu “liberal kamp” Amerika’nın gücünü daha çok askeri olmayan yollarla kullanmasını savunurken, Richard Holbrooke, Joseph Biden ve Yönetimde yer alması beklenmese de Joe Lieberman gibi isimlerin ise askeri güce daha fazla bir rol verdikleri belirtilmektedir. Ayrıca bu iki grup arasında BM’ye ne kadar bel bağlanması gerektiği, dünyadaki fakirlikle mücadelenin dış politikanın ve terörle mücadelenin ne kadar merkezinde olması lazım geldiği, İsrail’e ne kadar baskı yapmanın doğru olacağı gibi konularda fikir ayrılığı yaşanabileceği düşünülmektedir. Türkiye için birinci derecede önem sahibi olan Irak’ın geleceği konusunda gerek Bush ile Kerry, gerekse yukarıdaki iki grup arasında ne tür bir fark olduğunu söylemek ise güçtür. Ancak Irak’ın üçe bölünmesi fikrini ortaya atan Leslie Gelb’in Kerry’nin kalabalık danışmanlar grubu içinde olması önemli olabiklir.

Doğal olarak bu konuda Başkan olması halinde Kerry’nin izleyeceği dış politikada kendi eğilimleri, yönetimde yer alacak kişilerin dağılımı ve bunlar arasındaki kimya, Bakan Yardımcılıkları gibi kilit destek pozisyonlara gelecek kişilerin dağılımı, Kerry’nin nasıl bir ulusal güvenlik karar mekanizması kuracağı ve bunda Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın ne kadar ağırlıkta bir rolü olacağı gibi konular önemlidir. Genel beklenti Kerry’nin Bush döneminde ikinci plana itilen Dışişleri Bakanlığı’nı tekrar ön plana çıkarmasıdır. Ancak bazı yorumcular da Kerry’nin, bu pozisyonu alırsa egosu ile Henry Kissinger’a benzetilen Richard Holbrooke’un gölgesinde kalmamak için ikili ilişkilerinin daha güçlü olduğu Joe Biden’ı tercih edebileceğini düşünmektedir. Savunma Bakanlığı’na John McCain’in gelmesi böyle bir şeyle ilgilenmediğini belirtse de sürpriz olmamalıdır. Kerry’nin seçilmesi halinde hemen olmasa bile bir süre sonra Council on Foreign Relations’dan David Phillips’i Türkiye Büyükelçiliğine getirebileceği de iddia edilmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
27 October 2004
 
G-ABD 26 Ekim 2004
ABD Seçimleri – BM Reformu - İsrail


Son kamuoyu yoklamalarına göre Amerikalı seçmenlerinden terörizmi en önemli konu görenlerin yüzde 92’si Başkan Bush’a oy vermeyi planlıyor. ABD’deki 50 eyaletin 43’inde işsizlik oranları Bush’un iktidara gelmesinden sonra arttı. Seçimin en kritik eyaletleri olan Florida Ohio ve Pennsylvania’da kamuoyu yoklamaları yakın gitmesine rağmen son ikisinde Kerry’nin bir adım öne geçtiği Florida ‘da ise Bush lehine olan üstünlüğün azaldığı görülüyor. Kerry, Irak’ta güvenliği sağlanmadığı için yağmalanan silah deposunu Bush’un Irak politikasının en son ve en karakteristik yönlerinden biri olarak vurgulamaya çalışıyor: Planlama eksikliği, yeterince asker bulundurmama, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınma ve kötü haberleri kamuoyundan gizleme. Bu arada Bush Yönetimi Irak ve Afganistan için Kongre’den 70 milyar dolar daha istemeyi planlıyor. Böylelikle toplam masraflar 225 milyar dolara ulaşacak.

İngiliz tarihçi Paul Kennedy BM reformu konusunda fazla acele edilmemesi gerektiğini belirtiyor. Bilindiği gibi Hindistan, Japonya, Almaya ve Brezilya BM Güvenlik Konseyi’nde Daimi üye olmak için çalışıyorlar. Bu arada Çin sürpriz sayılabilecek bir şekilde Hindistan’ın BM daimi üyeliğini desteklediğini açıkladı. Böylelikle buna karşı olan tek daimi üye olarak ABD kaldı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın geçen yıl atadığı Tehditler, Meydan Okumalar ve Değişim Paneli’nin yakında raporunu açıklaması bekleniyor.

İsrail’in inşa ettiği güvenlik duvarı ile beraber İsrailli terör kurbanlarının sayısında yüzde 84’lük bir azalma oldu. Bilindiği gibi Temmuz ayında bu duvar BM Genel Assemblesi’nde 150’ye karşı altı oyla yasadışı kabul edilmişti. Eski Nato Başkomutanı Joseph Ralston Nato’nun Gazze’de rol almaya hazır olması gerektiğini belirtiyor. Bu arada İran’ın nükleer tesislerine yönelik askeri bir harekat düzenlemenin gerekliliğine ve aciliyetine ikna olursa bunun teknik ve operasyonel zorlukları olması, İran’ın değişik şekillerde misillemede bulunma ihtimali ve uluslararası kamuoyunun muhtemel olumsuz tepkisi tek tek ya da hep beraber İsrail’i durdurmaya yetmeyeceği belirtiliyor. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
26 October 2004
 
G-ABD 25 Ekim 2004
Amerikan Seçimleri

New York Times’dan sonra –daha önce burada tahmin edildiği gibi- Washington Post, Financial Times ve New Yorker gibi yayınların da Bush’a karşı Kerry’i desteklediklerini açıklamaları seçmenlerin oylarına ne kadar etki eder bilinmez ama Amerikan medya elitinin önemli bir mesajı olarak kabul edilebilir. Bu listeye bu hafta The Economist degisinin de eklenmesi sürpriz olmayacaktır. Bunların içinde en çarpıcı olanı –sürpriz olmamakla beraber- American Conservative dergisinin çok istekli olmadan da olsa Bush’un yerine Kerry’nin seçilmesine destek vermesidir. Dergi editörleri, muhtemelen yüreklei kan ağlayarak yazdıkları başyazıda, Bush’un Amerikan muhafazakarlığına zarar verdiğini belirtmektedirler. Kamuoyu yoklamalarında Başkan Bush hala önde görünmesine rağmen Bush’un oy oranının yüzde ellinin altında olmasının anlamlı olduğu düşünülebilir. Bizim de yakın olduğumuz bir görüşe göre mevcut Başkan seçime bu kadar az zaman kala hala yüzde 50 oranına ulaşamadı ise kararsız oyları kendi yanına çekme ihtimali daha düşüktür. Seçime katılacak Amerikalıların sayısının 2000’de 105 milyonun oldukça üstünde 120 milyon civarında olacağı ve katılımın yüzde 60 civarında gerçekleşeceği düşünülmektedir. Katılım oranının artmasının Kerry’nin işine daha çok yarayacağı söylenebilir.

Bu arada Zbigniew Brzezinski Bush’un tekrar seçilmesinin Batı kampındaki çatlağı bir kırılmaya dönüştürebileceğini, Tom Friedman Arap dünyasında Yahudiler, İsrail ve ABD’nin tek bir aktör olarak görülüp büyük bir nefretin nesnesi haline gelmeye başladığını, Andrew Rawnsley Tony Blair’ın danışmanlarının telkinlerine rağmen Kerry’ni,n seçilmesinin kendisi ve İngiltere için daha iyi olacağına ikna olmadığını, Edward Luttwak John Kerry’nin kendisine bel bağlayan pasifistleri hayal kırıklığına uğratacağını, belirtmektedir. . (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)

G-ABD 22 Ekim 2004
Türkiye, ABD ve AB


International Herald Tribune gazetesinde Ian Bremmer Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa ile ABD arasının daha da açılmasına neden olabileceğini yazmıştır. Yazar Türkiye’nin AB üyeliğini iki farklı trendin rekabeti tarafından belirleneceğini belirtmektedir: Avrupa’nın yaşlı nüfusu ve yaşlı kıtadaki artan Müslüman aleyhtarlığı. Bremmer’a göre uzun vadede Türkiye’nin AB üyeliği Washington için problem yaratabilecektir. Ayrıca Türkiye’nin eklenmesiyle ortak bir Avrupa savunma politikası daha mümkün hale gelecektir. Bütün bu nedenlerle yazar Washington’un Ankara’nın AB üyeliğin veregeldiği desteğin artık bir mantığı olmadığını belirtmektedir. Ancak yazının en sonunda belki de Washington’un desteğinin tam da geri tepeceği bilindiği için özellikle verilmiş olabileceği ima edilmektedir.

Fransa’nın önde gelen dış politika yorumcularından Dominique Moisi de aynı gazetede Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili yazdığı yazıda bu sürecin AB’nin içinden kaynaklanan zorluklarını analiz etmektedir. Bunlar, 1) Globalleşmenin Avrupa’da dışarıdakilerle olan farklılıkların daha fazla vurgulanmasını getirmesi, 2) 11 Eylül’ün Türkiye’nin entegrasyonunu hem daha gerekli hem de daha korkutucu hale getirmesi, 3) Genişleme sürecinin Birliği 15’den 25 ülkeye çıkararak Türkiye aleyhine gelişmesi. Ya zar bunlara Fransa’dan kaynaklanan üç neden daha eklemektedir: 1) Fransa’nın kendi büyük Arap nüfusunu entegre etmede yaşadığı problemler, 2) Fransa’nın laik refleksleri ve bunun kendisi de laik bir devlet olsa bile Müslüman olan Türkiye’yi kabullenmesini güçleştirmesi, 3) Fransa’nın Avrupa ile yaşadığı kimlik krizi. Yazar Avrupa’da Türkiye ile ilgili yaşanan tartışmaların ekonomi, ve insan haklarının ötesinde boyutları olduğunu ve bu nedenle Türklerin sabırlı ve yaratıcı olmaları gerektiğini belirtmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
22 October 2004
 
G-ABD 21 Ekim 2004
Ekonomi ve Seçimler


Yükselen petrol fiyatları, istihdamda meydana gelen net azalma, reel ücretlerde yaşanan düşüş, rekor bütçe ve dış ticaret açıkları, Sosyal Güvenlik sistemini tehlikeye atan sorumsuz ve adaletsiz vergi indirimleri normal şartlarda bir Başkanın tekrar seçilmesini engellemek yeterli olmalıydı. Ama 11 Eylül sonrasındaki iklimde bunlar Başkanın seçimi kaybetmesine yetmemektedir. Bu arada ABD’de şirket karları ve bunların gayrı safi milli hasıla içindeki oranı artmaktadır.Wall Sreet eğer “kendi cebini” düşünürse çok ciddi vergi indirim ve avantajları getiren Bush’u tercih edebilir. Ama iş çevreleri içinde de dört yıllık bir Bush iktidarının ülkenin ekonomik ve mali durumuna yapacağı olumsuz etkinin çok uzun dönemli olabileceğini düşünerek Kerry’i tercih edenler vardır. Ayrıca Bush’un ABD’nin imajına verdiği zararın Amerika’nın başta ticari olmak üzere dış ekonomik ilişkilerine yansımasından da çekinilmektedir. Kerry’nin ekonomik ekibinde yer alması beklenen Robert Rubin gibi güven verici isimler de bu tercihte etkili olabilir.

Bu arada Kerry’de dış ticaret açığı ile ilgili olarak popülist olarak nitelendirebilecek “outsourcing” karşıtı öneriler getirirken bütçe açığı ile ilgili dürüst ve kapsamlı çok fazla şey söylememektedir. Zenginlere yapılan vergi indirimlerinin orta sınıfa transfer edilmesi tek başına ABD’nin kontrolden çıkmış görünen ve “baby boomer” neslin emekli olması ile daha da kontrolden çıkacak bütçe açıklarına ilaç olması beklenmemelidir. Amerikalıların kendilerine dürüstçe, ürettiklerinden fazla tüketmeye, sattıklarından fazla almaya devam edemeyeceklerini söyleyecek liderlere ihtiyaç vardır. Başkan Bush tüm dobra dobra konuşan samimi lider imajına rağmen bu tür bir lider değildir ve zaten son dört yıllık icraatı da bunu göstermektedir. Kerry’nin ise önünde kazanılması gereken bir seçim vardır. Kampanyası sırasında belki bu nedenle gösteremediği bu özelliklere sahip olup olmadığını görmek için 2 Kasım sonrasını beklemek gerekmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
21 October 2004
 
G-ABD 20 Ekim 2004
Seçimler Mahkemede Bitebilir mi? / Fazla Yayılma


Amerika’nın aktif hizmetteki askerlerinin yüzde 27’si yurtdışında konuşlanmış durumda ve bunların da yarısı savaş alanında bulunuyor ki bu Vietnam savaşından bu yana olmuş bir şey değildir. Bazı gözlemciler Irak savaşının Amerikan silahlı kuvvetlerinin personeli ve ekipmanı üzerinde yarattığı yükün aynen devam etmesi halinde iki yıl içinde çok büyük problemler yaşanabileceğini ve Irak savaşının ordunun hazır olma derecesine, yaklaşık yüzde 60’ı evli olan personelin moraline ve onları askerde tutma kabiliyetine zarar verdiğini belirtiyorlar. Bunun karşısını savunan ve Irak’ın mükemmel bir eğitim alanı olduğunu savunan muhafazakar askeri yorumcular da olmakla beraber bu grup azınlıkta kalıyor. Mevcut durumun Vietnam dönemi ile bazı paralellikleri olmakla beraber aradaki en büyük farkı o dönemde askerliğin mecburi iken şu anda gönüllü olması. Bu arada Demokrat aday Kerry Başkan Bush’un tekrar seçilmesi halinde saldırgan dış politika izlemeye devam edeceğini ve bunun da mecburi askerlik hizmetini (draft) beraberinde getireceğini iddia ediyor. Bush ekibi ise bunu reddediyor.

Amerikan seçimlerinin 2000’de olduğundan büyük bir karmaşa yaratabileceği ve mahkemede sonuçlanabileceğine dair endişeler artıyor. Aynen 2000’deki gibi çok yakın geçmesi beklenen seçimde sorunların sadece Florida’da değil bir çok başka eyalette de çıkabileceği, değişik eyaletlerdeki seçim sistemi ve metotları arasındaki farkın karmaşa yaratabileceği, sonucun yakın çıkması beklenen ona yakın eyalette yeniden sayım istenebileceği, “electoral college” adı verilen temsilci sisteminin Colorado gibi bazı eyaletlerde ülkenin geri kalanından farklı olarak nisbi olarak uygulanması durumunda anlaşmazlık çıkabileceği, seçim sahtekarlıklarının, sahte imza ve kimlikle oy vermelerin yaygın olabileceği ve bunun itirazlara neden olabileceği, daha çok oy alan adayın 2000’de olduğu gibi seçimi kaybedebileceği ve bu sefer bunun Bush olabileceği, bilgisayarla verilen oyların fiziki kaydının tutulmamasının sorun yaratabileceği belirtiliyor. Amerikan demokrasisi üst üste ikinci seçimini de mahkemede bitirirse bu durum Amerikan seçim sisteminin yeniden tartışılmasını beraberinde getirebilir. Bunlara seçimden önce büyük bir terör saldırısı olması ya da Bush Yönetimi’nin seçmenlerin psikolojisi üzerinde etki yaratacak bir sürprizle çıkması gibi ihtimaller de eklendiğinde seçimin olaylı geçme ihtimalinin yüksek olduğu görülüyor. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
20 October 2004
 
G-ABD 19 Ekim 2004
ABD’yi Bekleyen Üç Bomba


New York Times yazarı Tom Friedman ABD’yi bekleyen üç bomba olduğunu yazdı: İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğan ve giderek emeklilik menziline yaklaşarak Sosyal Güvenlik sistemini ciddi olarak zorlayacak olan jenerasyon (baby boomers), Asya’nın bilimsel ve teknik olarak iyi yetişen ve Amerikan gençliğini zorlayacak genç nesli ve Arap dünyasında kendini aşırılık ve terör olarak dışa vuran demografik ve sosyal sıkıntılar. Friedman bu önemli konuların Amerikan seçim kampanyasında hemen hiç tartışılmamasından şikayet ederken Newsweek yazarı Ferit Zekeriya da Asya’nın yükselişine ayırdığı Newsweek dergisindeki yazısında, başta Çin olmak üzere Asya’nın yükselişinin tarihsel olarak Avrupa’nın ve ABD’nin yükselişine benzer köklü sonuçları olacağını yazdı.

Zekeriya Çin’in şimdiden dünyanın dördüncü büyük ekonomisi haline geldiğini ve önündeki diğer üç ülkeden yaklaşık üç kat daha hızlı büyüdüğünü, bir çok hammadde, mamül mal ve gıda ürününde dünyanın en büyük ithalatçısı veya ihracatçısı haline geldiğini ve yakında dünyanın en büyük sermaye ihracatçısı haline geleceğini belirtirken buna Hindistan ve diğer Asya ülkelerinin de eklendiğinde Asya’nın ağırlığının arttığının işaret etti. Zekeriya ayrıca Çin’in bilimsel ve teknoloji alanında da önemli bir atılım içinde olduğunu ve son önemde önde gelen fizik dergilerine gönderilen ve burkarda yazılan yazılarda Çin’in çok ciddi bir atak içinde olduğunu belirtti. Yazar ekonomik kalkınmayla beraber kendine güvenin de artacağını ve Çin ve Hindistan gibi köklü ve gururlu kültürlere sahip devletlerin ya da medeniyetlerin artık Batı’nın kendi içinde yaşadığı rekabetin alanı olmaktan çıkıp kendilerinin başat aktörler olacağını yazdı. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
19 October 2004
 
G-ABD 18 Ekim 2004
Seçimler Yaklaşırken


Amerikan seçimlerine iki hafta kala heyecan sadece ülke içinde değil dışarıda da artmaktadır. Doğal olarak ülkeler ve özellikle de Washington ile önemli bağımlılık ilişkileri olan yabancı başkentler kimin kazanacağını tahmin etmeye ve ona göre pozisyon almaya çalışmaktadır. Bunlar arasında S. Arabistan, Pakistan ve Rusya gibi ülkeler Bush’un tarafında saf tutmuşlardır. Fransa ve Almanya gibi ülkelerin tercihi ise Kerry lehinedir. Geçtiğimiz hafta Almanya’dan gelen Irak’ta “şartlar değişirse” bu ülkeye asker gönderilebileceği şeklinde yapılan açıklama –sonradan yumuşatılsa da- bu ülkenin Kerry’e verdiği bir destek olarak görülebilir.

Tony Blair ise Amerikan Yönetimi’nden gelen asker talebi ile zor bir karar eşiğine gelmiştir. Eğer Blair Partisindeki savaş yanlısı milletvekillerinin bile önemli sayılabilecek bir muhalefeti ile karşılanan bu isteği kabul ederse bu durum Bush’u desteklediği şeklinde yorumlanacak ve Cumhuriyetçi Parti tarafından kampanyada sonuna kadar kullanılacaktır. Bu teklife “hayır” demek ise Blair’in başından beri vurguladığı “ittifak dayanışmasına” aykırı görülebilir. Blair muhtemelen seçime kadar kesin cevap vermeden olumlu sinyaller vermeyi tercih edecektir ama bu arada Beyaz Saray’dan gelen baskılar giderek artabilir. Blair şimdiye kadar partisinden ABD ile ilişkiler konusunda gelen baskılara direnmiştir ama Bush’un kazanmasına yardım etme şeklinde görülebilecek bu son adım Houdini gibi her sorundan sıyrılan İngiliz başbakanının yeteneklerini sonuna kadar zorlayabilecek boyutta parti içi isyanlara neden olabilir. Bu arada New York Times Kerry’i, Chicago Times ise Bush’u desteklerken gözler merakla Washington Post gazetesine çevrilmiştir. Bizim tahminimiz bu gazetenin tercihinin Kerry yönünde olacağıdır. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
 
G-ABD 15 Ekim
Irak ve Açıklar

Bu hafta Başkan Bush için Irak açısından bazı artı ve eksilerle geçildi. Irak’taki Amerikan destek kuvvetlerinde tehlikeli görevlere gitmeye direnmeye varan rahatsızlık, İngilizlerden Güney Irak dışında da yardım istenmesi ve bunun İngiliz kamuoyunda yarattığı ve daha da yaratabileceği infial, intihar saldırılarının Bağdat’ta Yeşil Bölge’ye kadar ulaşması Bush açısından olumsuz gelişmelerdi. Öte yandan da, Felluce’ye yönelik operasyonun bir şekilde başlaması, buradaki gerillalar arasında anlaşmazlık baş gösterdiği haberleri, Sadr’a bağlı gruplarla yapılan görüşmeler ve ne ölçüde uyulduğu henüz çok açık olmayan silah bırakma anlaşması ise seçim yaklaşırken Bush açısından Irak’tan gelen olumlu haberler olarak görülebilir. Baba Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft’un da Bush’un Irak politikasını ve bu politikanın uygulanışını açıkça eleştiren Cumhuriyetçi seçkinler listesine katılması da haftanın ilginç olaylarından biriydi. Ancak burada daha önce de belirtildiği gibi Cumhuriyetçi Parti’nin içinden gelen bu eleştiriler kamuoyu yoklamalarına yansımadığı gibi seçim sonucuna da etki etmeyecek gibi görünmektedir.

Bu arada ABD ticaret açığının Ağustos ayında 54 milyar olarak gerçekleşmesi de ürkütücüdür. Bir önceki aya göre yüzde altı oranında artan bu açığın 15 milyar dolarlık kısmı Çin ile gerçekleşmiştir. Artan petrol fiyatlarının da önemli rol oynadığı Amerikan ticaret açığı kontrolden çıkmış gibi görünmektedir. İşin ilginç yanı ticaret ve bütçe açıklarının seçim kampanyasında önemli bir konu olarak gündeme çok gelmemesidir. Amerikan halkı işin ciddiyeti konusunda yeterince uyarılmıyor ve eğitilmiyor gibidir. Sadece Amerikan ekonomisini değil dünya ekonomisinin geleceğini de tehdit eden bu açıklar seçim kampanyasında daha fazla yer tutmalıydı. Bunu yapması beklenebilecek John Kerry ise seçmenleri atılması gereken zorlu adımlarla ürkütmekten kaçtığı için olsa gerek bu konuyu gerektiğince vurgulamaktan kaçınmıştır. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
18 October 2004
 
G-ABD 15 Ekim
Irak ve Açıklar


Bu hafta Başkan Bush için Irak açısından bazı artı ve eksilerle geçildi. Irak’taki Amerikan destek kuvvetlerinde tehlikeli görevlere gitmeye direnmeye varan rahatsızlık, İngilizlerden Güney Irak dışında da yardım istenmesi ve bunun İngiliz kamuoyunda yarattığı ve daha da yaratabileceği infial, intihar saldırılarının Bağdat’ta Yeşil Bölge’ye kadar ulaşması Bush açısından olumsuz gelişmelerdi. Öte yandan da, Felluce’ye yönelik operasyonun bir şekilde başlaması, buradaki gerillalar arasında anlaşmazlık baş gösterdiği haberleri, Sadr’a bağlı gruplarla yapılan görüşmeler ve ne ölçüde uyulduğu henüz çok açık olmayan silah bırakma anlaşması ise seçim yaklaşırken Bush açısından Irak’tan gelen olumlu haberler olarak görülebilir. Baba Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft’un da Bush’un Irak politikasını ve bu politikanın uygulanışını açıkça eleştiren Cumhuriyetçi seçkinler listesine katılması da haftanın ilginç olaylarından biriydi. Ancak burada daha önce de belirtildiği gibi Cumhuriyetçi Parti’nin içinden gelen bu eleştiriler kamuoyu yoklamalarına yansımadığı gibi seçim sonucuna da etki etmeyecek gibi görünmektedir.

Bu arada ABD ticaret açığının Ağustos ayında 54 milyar olarak gerçekleşmesi de ürkütücüdür. Bir önceki aya göre yüzde altı oranında artan bu açığın 15 milyar dolarlık kısmı Çin ile gerçekleşmiştir. Artan petrol fiyatlarının da önemli rol oynadığı Amerikan ticaret açığı kontrolden çıkmış gibi görünmektedir. İşin ilginç yanı ticaret ve bütçe açıklarının seçim kampanyasında önemli bir konu olarak gündeme çok gelmemesidir. Amerikan halkı işin ciddiyeti konusunda yeterince uyarılmıyor ve eğitilmiyor gibidir. Sadece Amerikan ekonomisini değil dünya ekonomisinin geleceğini de tehdit eden bu açıklar seçim kampanyasında daha fazla yer tutmalıydı. Bunu yapması beklenebilecek John Kerry ise seçmenleri atılması gereken zorlu adımlarla ürkütmekten kaçtığı için olsa gerek bu konuyu gerektiğince vurgulamaktan kaçınmıştır. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
15 October 2004
 
G-ABD 14 Ekim 2004
Amerikan Seçimleri


Kerry’nin birinde açık farkla olmak üzere üç televizyon tartışmasından da üstün ayrılması ve daha az önemli olmakla beraber Edwards’ın da Cheney karşısında “köşesini iyi koruması” son üç haftada Kerry’nin şansını arttırmıştır. Kerry, bazı eksiklik, kusur ve çelişkileri olsa da, planlardan ve fikirlerden bahsetmiş, konulara ve ayrıntılara hakim olduğu intibaı vermiş ve ağırbaşlı ve “presidential” bir görünüm vermiş iken, Başkan Bush ise büyük ölçüde sloganlar, yuvarlak, muğlak genellemeler ve negatif kampanyadan oluşan ve zaman zaman sinirlerine hakim olamayan saldırgan bir portre çizmiştir. Eğer televizyon tartışmasını kazanan seçimin de galibi olacaksa Kerry’nin ABD’nin yeni Başkanı olacağını söyleyebilirdik. Ne var ki, durum tam böyle değildir. Kerry’nin performansını daha üstün bulmakla beraber hala Bush’a oy vereceklerini söyleyen önemli bir kitle vardır. Ama yine de tartışmaların ardından yapılan kamuoyu yoklamalarında Kerry’nin bir kaç puan öne fırlaması sürpriz olmayacaktır.

Seçime kadar giden dönemde önemli olabilecek dört faktörden bahsedilebilir. 1) ABD’nin Irak’ta başarılı operasyonlar ile direniş cephelerinin hepsini ya da önemli bir kısmını temizleyip “aslında Irak’ta işlerin o kadar da kötü olmadığı” duygusunu yaratması; 2) Yeni bir terör saldırısı, Bin Laden, Zavahiri ya da Zarkavi gibi üst düzey bir terör liderinin yakalanması veya Karl Rove’un şapkasından Kerry’nin geçmişi ile ilgili negatif bir “Ekim Sürprizi” çıkarması; 3) İki partinin kendilerine oy verebileceği halde sandığa gitmeyen taraftarlarını hangi ölçüde mobilize edebilecekleri; 4) Ve nihayet seçimin ve dünya siyasetinin geleceğini belirlemede önemli olabilecek üçüncü aday Ralph Nader’in seçimlerden çekilmesi. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
13 October 2004
 
G-ABD 12 Ekim 2004
K. Irak’a Müdahale

Türkiye’nin AB Birliği süreci uzun, Irak’taki Amerikan askeri varlığı orta ve Amerikan seçimleri de kısa vadede Türkiye’nin dış politikası ve özellikle Irak ile ilgili tercihlerini şekillendiren en temel dış faktörler olarak görülmektedir. Kürtlerin bağımsızlık konusunda Amerikan seçimlerinin sonuçlanmasını ve Irak’taki seçimin başarısızlığa uğramasını beklemeleri düşünülebilir. Kürt liderler kendi bölgelerinde başarılı bir seçim gerçekleştirdikten ve dünyaya Irak’ın geri kalanı ile aralarındaki farkı net bir şekilde bir kez daha gösterdikten sonra bağımsızlık yönünde adımlar atabilirler. Bu adımlar Kerkük dahil bir çok yerde geniş katılımlı gösteriler, 2 milyonu aştığı söylenen bağımsızlık isteyen imzaların sayısının daha da arttırılması, Talabani ve Barzani’nin yönetimlerini -aralarındaki tüm rekabet ve güvensizliğe rağmen- daha da entegre etmeleri, bağımsızlık için referandum kararı alınması ve hatta belki de Kürt Parlamentosu’nun bağımsızlık kararı alması şeklinde gerçekleşebilir. Bu noktada 2 Kasım’da ABD’deki seçimi kimin kazanacağı da çok önemli olacaktır. Bush Yönetimi ile muhtemel bir Kerry Yönetimi arasında Kürt devletinin kurulmasına bakış açısından bir fark olabilir ama ne yazık ki şu anda bu farkın ne olacağı hakkında bir tahminde bulunmak neredeyse imkansızdır. Söylenebilecek tek şey Kerry ekibi ile şimdiden gizli temaslarda bulunmak olabilir.

Bu noktada soru, “Türkiye Kerkük için savaşmalı mı” şeklinde değil ama gerçek ya da sanal olan kararlılığımızın bölgedeki aktörlere ve özellikle de Kürt liderlere yansıtabilmesinin en optimal yolunun ne olduğu şeklinde sorulmalıdır. Eğer Türkiye K. Irak’a müdahale etmek zorunda kalırsa bu klasik bir “caydırıcılık başarısızlığı” olacaktır. Ankara ancak bu askeri müdahaleyi yapmadan istediklerini gerçekleştirebilir ve istemediklerini önlerse başarılı bir dış politika izlemiş olacaktır. Türkiye’nin bu konuda kararlılığını, kapasitesini ve “kondüsyonunu” karşı tarafa iletecek ayrıntılı askeri planları olmalıdır. Türkiye’nin, AB sürecine çok önem vermekle ve bu sürecin dış politikada fırsatların yanında bazı sınırlamaları da beraberinde getirdiğinin farkında olmasına rağmen bu sınırlamaların, doğru veya yanlış devlet katında “hayati çıkar” olarak görülen konuları kapsamadığını açıkça ortaya koymalıdır. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
 
"Crime and Punishment" - Deterrence and its Failure in Theory and Practice
Şanlı Bahadır Koç - 2001-2.

Introduction

Turkish and American foreign policies both reputed to be mainly based on deterrence. But although American policy greatly benefited from insights the deterrence theory provided, Turkish foreign policy was not informed by the theory of deterrence. Of course Turkey employed deterrence tactics and strategies, but the impact of theory on policy and strategies was minimal if not non-existent. The author encountered no study of Turkish foreign policy which discusses deterrence theory in detail.

The core of deterrence theory consists of assertions that leaders undertake a rational cost-calculus before acting, that their calculus can be manipulated from the outside, and that threats are an effective means of shifting that calculus to make proscribed behavior unattractive. Deterrence is not and should not be the preoccupation of military people, hawks or hardliners. It is about the efficient use of the threat of force, not the use of force itself. Deterrence theory deals with questions like ‘How is force to be manipulated to achieve political ends?’, ‘how can wars be avoided?’ A better understanding of the dynamics of deterrence may help to avoid unnecessary violence. Deterrence dynamics are at work in a variety of environment including criminology, collective bargaining, economics, parents relationship with children. But the concept is mostly associated with international politics. Deterrence theory is ‘probably the most influential school of thought in the study of international relations[1]’. It is one of the key concepts of international security. Simply, it means dissuasion by means of threat. Proponents of ‘rational deterrence theory’ contend that it is conceptually sound, a good predictor of strategic behavior, and a successful strategy of conflict management. This paper will try to find out whether it is really so. It will try to map its strengths and weakness and the possible ways to refine and improve the theory. What leads to deterrence failures? Is it due to a deficiency in theory or poor implementation? What are the structural impediments to successful deterrence and what measures should be taken to make it more effective?

Though it was known earlier, deterrence was articulated and become an explicit basis of policy only in this century. The study and practice of deterrence as a discrete foreign policy phenomenon did not become prominent until 1940s. After the Second World War, nuclear weapons gave it an additional importance and emergency in studying deterrence. Introduction of air power, strategic bombers, long-range missiles all had important influences on deterrence. There may be qualitative differences in the applicability of deterrence theory for different levels of conflict. What works between superpowers may not work in regional conflicts, or the dynamics of nuclear deterrence may be seriously different from the conventional one, or military deterrence from non-military deterrence. What worked in the past may not work now or in the future

Schelling defines deterrence as ‘the successful and efficient non-use of the threat of force’ Ned Lebow’s is a little longer:“Deterrence consists essentially of an effort by one actor to persuade an opponent not to take an action of some kind against his interests by convincing the opponent that the costs and risks of doing so will outweigh what he hopes to gain thereby[2]”. According to Jervis deterrence is “the ways in which an actor manipulates threats to harm others in order to coerce them into doing what he desires[3]”.

There are four basic components of deterrence: commitment, capability, credibility and rationality. The essence of deterrence is the ability to convince a state, which has it in mind to go to war with you, that no such advantageous profit and loss assessment is possible. First step in formulating a deterrence policy is to weigh the interests of one’s country that are engaged in the area that may be threatened by hostile action and to assess how important they are. Next step is to formulate and convey to the opponent a commitment to defend those interests. The deterring power backs its commitments by threats to respond if the opponent acts. Such threats must be both credible and sufficiently potent in the eyes of the opponent. They should pose a level of costs and risks that he regards as of sufficient magnitude to overcome his motivation to challenge the defending power’s position. There are two interdependent dimensions of credibility. First the defending power must convey to the opponent that it has the will and resolution to defend the interests in question. Second, it must possess capabilities for doing so that it regards – and persuades the opponent to regard- as appropriate and usable for the defense of those interests. Rationality. Each side must be sufficiently rational to base its conduct on the above. Auxiliary assumptions of the deterrence model are as follows: 1) the attacker is highly aggressive and has far-reaching aims; 2) the attacker and the defender share very few, if any, common interests; 3) concessions by a deterrer will be interpreted as a sign of weakness by the attacker; 4) the attacker pays close attention to the past behavior of the deterrer in assessing the credibility of the deterrer’s current policies; 5) the adversary understands that the state is defensive; 6) the leaders on both sides are concerned mainly with the external situation[4].

Four set of variables can be identified that are likely to play a critical role in determining the credibility and stability the defender’s deterrent actions. They play a crucial role in the potential attacker’s calculus of deterrence[5]: 1)the balance of military forces between potential attacker and defender; 2) the interests at stake for the defender; 3) the past behavior of the defender in confrontations with states 4)the bargaining behavior of the defender during the immediate deterrence confrontation with the potential attacker. Most of the theories of deterrence fail to specify adequate criteria for assessing credibility. They encourage tautology; commitments that are challenged are judged ex post facto not to have been credible.

Cold War was conducive to the development of deterrence theory because the level of conflict was high, common interests were perceived to be few, the conflict during the cold war was all-encompassing, both sides regard the opponent as aggressive. Although nuclear weapons are not necessary for deterrence to work, it provides the right environment, helps to concentrate the minds because the stakes are too high. There can be four waves deterrence theory. First wave which identified with Bernard Brodie and Jacob Viner, was a hasty collection of generalizations at the beginning of the nuclear age. Their impact was generally regarded to be limited. Academics were not yet involved. Second wave, probably the most influential on policy, is identified with Thomas C. Schelling, and Albert Wohlstetter of Rand Corporation. They were highly influential on policy and generally said to be the main architects of the Cold War deterrence policies. They brought a wealth of concepts, trained a generation of scholars and statesmen on the subtle art of deterrence. They based deterrence mainly on Chicken Game and emphasized credibility, reputation and resolve[6]. Schelling, originally an economist, proposed new concepts (first and second-strike capability, reciprocal fear of surprise attack), and some counter-intuitive tactics such as threats that leave something to chance, severing communication links, feigning anger, irrationality, loss of control over militant factions in one’s own organizations[7]. Third wave, brought case studies, started to test the main insights of the theory with cases from the past. Until the third wave there was a lack of search for supporting evidence. Deterrence theory was largely deductive. There were few attempts to systematize and extend the theory. Third wave recover some of these weaknesses. Fourth wave introduced cognitive psychology and the limits on rationality and perception which are central to the theory. A more recent trend is a highly formal and mathematical one.

TYPES of DETERRENCE

The defender may threaten military retaliation so as to prevent attack on his homeland territory (direct deterrence), or against a third state or piece of territory (extended deterrence[8]). The threat of attack may be in the short term (immediate deterrence), or a longer –term future possibility (general deterrence). The deterrer’s threat of retaliation may be based on either the military capability to repulse an attack and thereby the deny the attacker its battlefield objectives and the prevent the loss of territory or the capability to inflict heavy military losses on the attacker in a protracted armed conflict of attrition, deterrence by ‘denial’ versus ‘punishment’. There may be qualitative differences between the dynamics of these different types of deterrence. For instance, denial is easier but less effective than punishment. Compellence is usually more difficult than deterrence. It is safe to claim that ‘denial is inherently a weaker deterrent than punishment’[9] Extended deterrence is inherently less credible and more difficult than basic deterrence. Convincing opponents that its commitment to a regional ally is strong is certainly more difficult than deterring an attack on one’s own land. In extended deterrence, forward positioning is a more reliable deterrence policy. In a nuclear environment, dynamics of deterrence may be considerably different. Its main reason is that in this environment superiority is not ‘usable’. We must also distinguish between deterring an aggression and deterring a pattern of behavior e.g. supporting terrorism, declaring independence in Northern Iraq, trying to acquire nuclear weapons etc.

An important concept in deterrence theory is bluffing. Brodie defines bluffing as ‘deliberately trying to sound more determined or bellicose than one actually felt[10]’ One of the paradoxical aspects of deterrence is that when somebody lose a chicken type of conflict, second time he will be more inclined to resist aggression ‘to save his face’, to prove ‘everybody’ that the last occasion was not a representative behavior of him. But the aggressor generally regard that previous conduct as a sign of the weakness of the opponent and tend to force him into retreat. ‘Reputations for carrying out threats do not influence estimates of credibility because …reputations are so important that states must rebuild them when they are damaged. If you have been caught bluffing poker, are others likely to call you in the next round in the belief that you bluff a lot or are they unlikely to do so because they think that you know it is no longer safe to bluff?[11]’ It is the paradoxical nature of deterrence that in which each side hopes to gain security not by being able to protect itself, but by threatening to inflict unacceptable damage on the other.

HOW AND WHY DETERRENCE FAILS
To put deterrence failures into perspective we should remember that human life on this planet began with a deterrence failure when Adam and Eve opted the taste the forbidden fruitJ ‘We must not equate failures of deterrence policy with failures of deterrence theory...The failure of a deterrent that was badly designed or implemented would not falsify the theory, although it would raise question of why the state produced such a suboptimal policy’[12]. If a threat (or level of capability and the presumed ability to deploy it) succeeds, rational deterrence scored a success. If it fails, proponents argue, it can almost always be argued that the threat was too small, not taken seriously, badly communicated[13]. But is it? Deterrence may fail when:

Interests are not easily delienable. When both sides think they are defending their legitimate interests. Commitments, to be respected, cannot challenge or interfere with a vital interest of an adversary.

Threats are weak. You may threaten to hurt somebody, but it may still fell short of what he thinks he will get by doing the thing you don’t want him to do.

Threats are vague. The threats or the consequences of opponent’s action may not be clear-cut. e.g. ‘They will find out what we will do’, ‘We will decide it when..’ etc. Commitments must be defined clearly. The more specific the commitment the more likely it is to be believed. Ambiguity in deterrence may tempt risk-prone opponents to test your threats. Also costs of war are not always clear. Not because the defender does not make them clear enough, but an inevitable uncertainty, what Clausewitz calls ‘fog of war’, surrounds it.

Threats are late. Deterrence may fail when the defender articulates the threats only after the aggressor begins to act (e.g. Cuba in 1962).

The threats may be unheard. Because of ‘noise’, because they are not forcefully and repeatedly conveyed. Commitments can be made to appear ambiguous because of contradictory signals. Even clear unambiguous signals may not suffice to impress he existence of a commitment upon the minds of an adversary’s leaders. Their attention may be focused elsewhere. Or, the commitment can fly in the face of these leaders’ expectations about how the nation in question will behave. As a result they may not be cognitively disposed to recognize the commitment. For all these reasons it is imperative to make commitments clear and salient through repetition, the use of a number of different channels to communicate them, and their linkage to other important recognized interests or commitments.

The threats may be contradictory. e.g. when there is clear differences and contradictions by what and how Powell and Rumsfeld threatens to do if Saddam does not comply with the US demand, or as what the US Ambassador Gillespie said to Saddam in 25 July 1990 contradicted with what he said in the same meeting.

The aggressor may thought that time is running against him, when the threat represented a cost that was less than a cost expected to be borne in the future e.g. Japan’s before Pearl Harbor, Germany before the WWI. There may be tensions between ‘war now versus war later’ which may lead to ‘risk war now to avoid war later[14]

When challengers are able to design around threats, to use fait accomplis. ‘Deterrence often fails in stages[15]’. Opponents generally make limited probes to estimate the defender’s resolve.
When the aggressor does not understand the kind of war which the status quo state is threatening to wage. The defender’s task is not only to convince the adversary it would fight if pushed too far, but also that it would continue to fight even after the initial reverses.
When an adversary believes the scale of its attacks would be below a threshold,
The source of the attack would not be known and when one adversary might attack in ways that made another seem responsible.

When attack is unauthorized.

Sometimes there is no gross threats but situations which require a more subtle actions that are susceptible to multiple interpretations, then the ‘noise’ in the international communications system, the inadequacies in the other’s machinery for processing information, and the cognitive limits on rationality may be sufficient to defeat the policies.

Weaknesses, Problems and Limitations of, and Criticisms toward, the Deterrence Theory

Some critics claim that the insights deterrence produces are either flawed or trivial. Some of the main criticism that is directed to the theory are as follows.

Deterrence theory tells nothing what statesmen already do not know by instinct and intuition. It is ‘so vague as to accommodate almost all behavior almost all behavior and that it merely summarized what statesmen and almost all casual observers already knew’[16].

The ambiguity of the deterrence theory makes it extremely hard to disconfirm. “Is Rational Deterrence Theory confirmed by the fact that the Russians withdrew their missiles from Cuba, or disconfirmed because they deploy them in the first place-and were able to exact some concessions from the United States as the price of withdrawal?[17]

Deterrence theory assumes states as rational actors. Deterrence rests upon the assumption of a ‘rational’ opponent, one who can be expected to calculate the utility of his alternative courses of action on the basis of available information. Rationality involves an end/means calculation, a cost benefit analysis, probability calculus, and a defined and ordered set of priorities. Humans are said to be rational creatures which are capable of weighing consequences and determining efficient means for achieving their ends. Rationality which reduces all human behavior to a set of interests and preferences independent of things such as values, culture, or history is highly problematic concept. One should not equate rational expected utility arguments with the claim that all people will behave the same way in the same situation. This would be ignoring the individual level analysis. If each person is rational, but has different values and means-ends beliefs, then behavior will be idiosyncratic. Depending on actor’s risk propensity and relative emphasis on loss or gain the resultant behavior may considerably differ. Expected utility theories are not necessarily parsimonious: to yield predictions or explanations they often require a great deal of information about particular individuals and situations.

Cognitive psychology needs to be more incorporated to the deterrence theory. There are certain limits to rationality. How one fails to grasp the reality fully, how misperceptions bound to occur, which type of misperception tends to occur more frequently than others and in what circumstances, how one should convey the deterrent signals and messages to the opponent more effectively and efficiently; all these should be studied more. Misperception is the main impediment to rationality. There are different forms of misperception. Robert White classifies misperception relevant to deterrence as follows: 1) diabolical enemy image, 2) virile self-image, 3) moral self-image, 4) selective inattention, 5) absence of empathy, 6) military overconfidence. John G. Stoessinger’s classification is different: 1) a leader’s perception of himself, 2) his perception of his adversary’s character, 3) his perceptions of the adversary’s intentions, 4) his perceptions of his adversary’s power and capabilities, and 5) a leader’s capacity for empathy with his counterplayer on the other side[18]. “Erroneous judgments regarding how the adversary defines his interests and perceives the threats to those interests – including our intentions and capabilities – bias our expectations regarding his future behavior and his response to our own behavior. These misperceptions of the adversary’s perceptions therefore lead directly to misperception of his intentions[19]”.

Four barriers to accurate perception which reduce actors’ sensitivity to new information and limit their ability to respond to unexpected situations. Overconfidence – that people overestimate their cognitive abilities; not seeing value trade-offs; assimilation of new information to preexisting beliefs, and defensive avoidance.[20] Overconfidence is probably fed by three factors: 1) Many of our cognitive processes are inaccessible to us; 2) People often rely more than they realize on analogies with past events, especially recent events that they or their country have experienced first-hand; 3) Lack of self-awareness, that people not only assimilate incoming information to their pre-existing beliefs, but do not know they are doing so. Consequences of over-confidence are as follows: Statesmen are likely to treat opposing views quite cavalierly since they are often quite sure that their own beliefs are correct. Decision-makers tend to overestimate their ability to detect subtle clues to other’s intentions. Because decision-makers fail to realize the degree to which factors other than the specific events they are facing influence their interpretations, their considerations of the evidence will be less rational than they think it is and less rational than some deterrence strategies require.

Incomplete information, differing rules for assessing evidence, and the possibility of multiple interpretations generally allow for the construction of at least several different realities of any complex social interaction. Although most discussions concentrate on the aggressor’s rationality, but we musk also ask ourselves “whether the status quo power has the intellectual and political resources to produce an appropriate deterrence policy[21]”. Clearly deterrence theory overestimates the rationality of decision-makers, especially under high stress. It is not clear how rational men have to be for deterrence theory to apply. Also rationality is twofold – sometimes rationality requires belligerence but irrational actors may be too passive when it was more rational to be active[22].

Deterrence theory assumes states as unitary actors and ignores domestic politics and bureaucratic politics. Statesman respond to not only to foreign but also domestic stimuli.
If powerful domestic groups advocate conflicting policies or have beliefs that are ‘unsophisticated’ and incompatible with deterrence, then policy will differ from that which theory predicts. Also due to a competition and bargaining among different departments of bureaucracy, the resulting compromise policy may not confirm to the requirements and predictions of deterrence theory.

Deterrence theory is too much pre-occupied with military deterrence. But it is not necessarily with military power that one deters the opponent. One can deter with economic instruments, or more generally a mix of military, economic and –also badly ignored in theory- legal means.

Deterrence theory takes high level of conflict as granted. It ignores low level conflict relations, and relations with partners, allies and friends although there are important, though less dramatic deterrent dynamics at work in these relations. It takes zero-sum game as given though in real life parties generally have some level of common interests. The origins of wars and courses of crises are much more frequently studied than the defusing of tensions and the diminution of conflict. The problem increase when we consider deterrence theory as a guide for statesmen. At best, it tells them how to maintain a hostile and dangerous relationship. Applying deterrence tactics to a state that is not a menace is likely to create a great deal of unnecessary conflict. Deterrence theory overestimates the competitive element in international politics and overlooks the interests that the two sides have in common beyond the desire to avoid mutual destruction[23]. Such interests could provide each with an incentive to be moderate, to sacrifice some chance of a short-run victory, and to seek agreements rather that benefit both sides.

Like its godfather realism, deterrence theory has a problem with change. It fails to explain and predict change in behavior, policies, interests and assumptions. “Rational deterrence theory” acknowledges that preferences or estimates change but says nothing about how, when and why this occurs[24]. Deterrence is a dynamic process. Opponents will look for ways to overcome it. Deterrence, even when it is necessary and effective, is a strategy to buy time. Opponent may accumulate more power, devote more resources, and come back later more powerful. Your deterrent may have been effective once, or for some time, but due to a dramatic change, or a silent accumulation small changes in international relations, or in the domestic politics of the defender, or the aggressor, or some decisive third party, that deterrent may no longer be or seen as effective. What Samuel Johnson said about friendship applies to deterrence as well: You must keep it under constant repair[25].

Deterrence theory ignores rewards, inducements, and compromise. It is exclusively preoccupied with threats of punishment as a means of persuading an adversary not to challenge a situation in which there is disagreement. Theory holds that swiftness, severity, and certainty of punishment are the key elements the success of deterrence. Positive incentives for remaining at the status quo or peaceful resolution of conflicts are ignored[26]. Inducements as well as punishments to preserve peace can be employed. Theory should take this more into consideration. “Theorists paid little attention to rewards, even those who asserted that rewards were important did little empirical research to support their argument[27]”. Sometimes rewards and compromises may be more effective than threats. Scholars have focused on war, and cases of clear-cut victory. But in normal life such cases are exception rather than the rule. Generally both sides have to compromise tough one party may have compromised more than the other. “Decision-makers who are guided by the theory may ignore rewards and rely too heavily on threats and force[28]”.

Deterrence theory says little about how to change motives. It regards aggressive motives as given. It says next to nothing about cooperation. But in real life even deadly opponents cooperate. Very little is said about transforming hostile relations into peaceful ones.

Deterrence theory is status-quo biased. It is too much pre-occupied with the defender’s point of view and ignores the challenger dilemmas. Also who is defender and who is challenger may not always be clear. In fact probably both sides regard themselves as the defender and the other side as the aggressor. This is not just a technical problem, but one with significant theoretical consequences[29].

Deterrence theory is ethno-centric. – It ignores cultural factors. Some cultures do not a lack of rationality, but a have a different kind of rationality. Deterrence theory is ethnocentric in the sense of seeing others as being like Western. But it is not alone among theories of international relations which are mostly and mainly grounded in the experience, culture and values of the West.

Deterrence can easily lead to spiral conflict, escalation. “Too much deterrence, or deterrence applied inappropriately to a frightened and vulnerable adversary, can fuel an arms race that makes both sides less rather than more secure and provoke the aggression that it is designed to prevent. As with any medicine, the key to successful deterrence is to administer correctly the proper dosage[30]”. Deterrence may deepen the problem of “crisis instability,” i.e. the danger that one side would launch a first strike, not because it was aggressive or believed that war was preferable to peace, but because it was sure that the other side was about to attack and believed that striking first was better than striking second[31]. During the Cold War, the superpowers interpreted the tension and crises as evidence of the need for even more deterrence.

Deterrence theory lefts politics out. ‘Both the value and deficiency of deterrence theory lie in the tendency to make the calculus more manageable by depoliticizing it’[32].

Deterrence is heavily context dependent. As a deterrence situation changes, so does the commitment/threat calculation. The situational context may be so important that it dominated the cost-benefit analysis of the attacker[33]. Since deterrence is heavily context dependent, it is often difficult to design a strategy that will deter all options available to the dissatisfied power. States often have multiple options available for challenging a status quo situation to manage

Utility can be calculated differently by different but equally rational actors. Some people may rationally minimize expected losses while others may minimize expected gains. People can also be risk-prone or risk-averse without deviating from the norm of rationality.

Measurable elements constrain choice, but not determine it; they may constrain it least in an epochial crisis when apparent choices lie not between war and a palatable peace, but between a set of disastrous alternatives that seem to differ only by degree.

PROBLEMS in DETERRENCE

Problems arise in deterrence when 1) decision makers may not fully understand their own (often unconscious) motives and intentions; 2) if they do, they may not articulate them; 3) over the duration of a crisis there may be a change in their motives and intentions – their ‘resolve’- that is not being articulated; 4) they may be articulate conflicting expressions of intentions of resolve; and 5) they may deliberately disguise their true motives and intentions.

The state’s attempts at deterrence can fail because it misunderstands the other’s values. Deterrence can fail because the state misunderstands the way the other sees the world, with the result that the other will not interpret the state’s behavior as it is intended, and will not react as the state desires. Deterrence can go wrong because of incorrect beliefs about the other’s strength and options. Failure of imagination on the part of the would-be deterrers. A fourth problem is the difficulty in determining the other’s basic intentions. Whether the other is an aggressor of defender of the status quo is treated by theory as a given and assumed to be obvious to the state. But it is not obvious.

Whether prescriptive, descriptive, or both, it is often unclear whether the claim is that the policy is an appropriate way to reach the person’s goals or the best way to do so. A related ambiguity is the level at which deterrence theory applies: does it deal with national behaviour, international outcomes, or both?[34]

The attacker’s decisions are often contingent and uncertain. If no war or no crisis erupts, does it mean deterrence works? But perhaps attacker did not attack for reasons unrelated to defender’s performance. Deterrence failures cannot be completely understood by studying only instances in which they occur. Conversely, considering a possible challenge, the Initiator may have decided not to attack for other reasons altogether (e.g. domestic or alliance constrains, internal policy disagreements, the expectation of eventually securing a favorable resolution to its grievance by diplomacy), and not because of the presumed credibility and potency of the deterrence threat[35]. Outcomes such as limited use of force by the attacker, limited war, skirmishes – are they deterrence success or failures?[36]

Whom to deter? To deter a state, and to deter the leader of that state may sometimes be considerably different. Leadership of the opponent may have an entirely different set of calculations than the real national interests of his country warrants. Saddam may not care so much about what happens to his countrymen provided he remains in power. Khatami’s calculations may be considerably different from Khamanei’s, and we may not even know much about their respective shares of inputs in the final decision.

You may think you have ability and the will to use force to deter an aggressor but the aggressor may calculate that you will not be able to use it because of some external factor, (great power intervention, international public opinion, signal of change in a third party’s behavior- troop movement etc). He might have calculated that your ability less than you think you have, he may have discovered a loophole in your strategy which you are not aware of.

Deterrence theory does not – and perhaps cannot- say much about political factors, international climate, domestic politics, individual preferences of leaders, decision makers, reactions of third parties. There is generally more than one deterrent at work – client states, patron states, neighbors, international institutions, public opinion etc. This aspects of deterrence is generally neglected in the theory. Perhaps this is due to the fact that this third party factors are more difficult to estimate and to count upon. They add an additional uncertainty and instability to the equation.

There is a tension between the desire to increase risks in order to make the other side retreat and the desire to lower them in order to make the situation safer, between the incentive to let things get a bit out of hand and the need to maintain control, between the desire to foreclose one’s own options and so leave to the other the ‘last chance’ to avoid war and the desire to preserve flexibility .

Conclusion – Deterrence: ‘restraining, provocative or irrelevant’

Deterrence theory may not accurately describe much of what it purports to theorize about. Could an elegant and intellectually stimulating theory be the basis for an entire security studies discipline even though it didn't address many of the big questions and give flawed answers when it did? But it is still a young theory and as it continue to develop it will become more sophisticated and thus would better approximate real-world politics. Deterrence theory is a work in progress. Universal theories require simplifying assumptions that may distort reality. Also even if the relation of deterrence theory to the real world is imperfect, it's better than the alternatives. To misquote what Churchill said about democracy, deterrence theory is the worst, if we don’t count others. In fact, there is no other body of theory of international conflict.

Deterrence theory cannot predict everything, and relying solely on it as a basis of policy may result in disastrous consequences. But, of course, it does not mean it is altogether useless. Like all theories it has strengths and weaknesses. Some parts of international conflict it explains and predicts better than others. Deterrence is not a watertight theory. Deterrence threats may protect the state and, by contrast, they may set off a spiral of counter-threats that leave both sides worse of than they would have been had the state adopted an alternative policy.

Much depends on the context. Deterrence theory is context-bound. So perhaps it is not a predictive theory as its adherents seems sometimes to believe, but a descriptive one. But there is perhaps a dangerous paradox of deterrence theory that because it explains and predicts so much there is a tendency to see it as the sole arbiter of conflict situations. However, there are still many gaps, ambiguities, inconsistencies in the theory. Deterrence may -and in fact does- fail in so many ways that it cannot be a guarantee. But perhaps it should not be the only instrument of policy. It is one of the tools in the tool-box. But overestimating its impact and reliability, overusing it may have negative consequences. For it to be effective statesmen must have more than a casual knowledge of its dynamics. Successful deterrence requires a good deal of quality intelligence about the values, interests, decision-making processes, capabilities and weaknesses of the opponent. It is not a one-for-all solution for foreign policy problems, even for the military problems of a status quo state. A universal deterrence strategy does not exist. All deterrence situations are different, some more so. Deterrence theory can provide some useful insights but can not predict or/and explain everything. Sometimes deterrence strategies should be more ‘custom-made’. It should take into consideration and study the characteristics of the opponent (his long-term goals, his propensity to take risks (risk-proneness - risk-averness), his motivations decision-making procedures, leaders domestic standing etc). Effective deterrence strategies requires knowledge, sophistication and subtle implementation, perhaps beyond many decision-makers and organizations.

Although there seems to be more holes in deterrence theory than in Kaşar cheese, the rumors of its death is vastly exaggerated. It is well and functioning in so many basic and important ways that to sacrifice it altogether would not make sense. However, it is open to improvement and refinement. Which elements of theory are essential, which contradict each other and which are in need of modification? Admittedly, complex interdependent relations and lower level of conflict in the post-cold War era create and add formidable problems for the theory. During the periods of low level of conflict deterrence strategies should be combined with reassurance strategies. Deterrence strategies cannot solely rely on deterrence theory but still there are important insights to be gained from the theory. Deterrence theory provides many useful insights about the situations of conflict, but of course, it does not – and perhaps, should not be expected to- account for every conflict situation. Deterrence is not a panacea for all security problems. Indeed it can increase some of them. But overall deterrence is beneficial and useful for security considerations. It creates much less unnecessary conflict and violence than it hinders possible conflict.

How to integrate domestic politics, decision-making theories, psychological models, complex interdependence into deterrence theory? When, and if, the deterrence theory incorporates domestic politics, psychological factors, bureaucratic politics, complex interdependence, economic relations and sanctions, non-military relationships, ‘soft power’ relationships, international institutions and law etc., will it still be a theory of deterrence? Admittedly the incorporation of all these factors into a general theory of deterrence will introduce further complexity and additional methodological problems, but it may contribute significantly to our theoretical understanding of the deterrence failures and causes of war. Whether these increases in descriptive, explanatory and predictive power are enough to justify the sacrifice of theoretical elegance and mathematical or methodological rigor can be determined only by further empirical analysis based on a theoretically sophisticated research design. The choice between the deductive approach and one that builds on case studies involves a trade-off between rigor and richness. A deductive theory must miss many facets of any individual case; the study of all the complexities of any specific example will fall short on generalization and perhaps on the confidence with which casual relationships can be established.[37]

Recent developments such as missile defense, Revolution military affairs (RMA), international terrorism and proliferation of weapons of mass destruction may considerably influence deterrence strategies, and probably the theory itself. For finding answer to questions such as how to deter theorists and nuclear neighbors, policy-makers may return to deterrence theory, albeit a revised one.



Bibliography


Achen, Christopher and Duncan Snidal, "Rational Deterrence Theory and Comparative Case Studies," World Politics 41 (January 1989): 143-69.

Betts, Richard K., "Conventional Deterrence: Predictive Uncertainty and Policy Confidence," World Politics 37, no. 2 (January 1985).

Brodie, Bernard, "The Anatomy of Deterrence", World Politics, 11, 1959, pp. 173-192.

Craig, Gordon A. and Alexander L. George. 1995. Force and Statecraft, 3rd ed., Oxford UP.

Downs, George W., "The Rational Deterrence Debate," World Politics 41 (January 1989): 225-37.

George, Alexander and Richard Smoke, "Deterrence and Foreign Policy," World Politics 41 (January 1989): 170-82.

Huth, Paul. 1988. "Extended Deterrence and the Outbreak of War," American Political Science Review, 82:423-433.

Huth, Paul and Bruce Russett, "Testing Deterrence Theory: Rigor Makes a Difference." World Politics 42 (July 1990): 466-501.

Huth and Paul and Bruce Russett (1984), "What Makes Deterrence Work? Cases from 1900-1980." World Politics 36 (July 1984): 496-526.

Huth, Paul, Extended Deterrence and the Prevention of War. New Haven: Yale University Press, 1988.

Huth, Paul and Bruce Russett, "General Deterrence between Enduring Rivals: Testing Three Competing Models.” American Political Science Review 87 (March 1993): 61-73.

Jervis, Robert. "Deterrence Theory Revisited," World Politics 31 (January 1979): 289-324.

Jervis, Robert. "Deterrence and Perception," International Security 7 (Winter 1982/83): 3-30.

Jervis, Robert. "Rational Deterrence: Theory and Evidence," World Politics 41 (January 1989): 183-207.

Jervis, Robert. The Logic of Images in International Relations. Princeton: Princeton University Press, 1970.

Lebow, Richard Ned. Between Peace and War. Johns Hopkins University Press, 1981.

Lebow, Richard Ned and Janice Stein, "Rational Deterrence Theory: I Think, Therefore I Deter." World Politics 41 (January 1989): 208-24.

Lebow, Richard Ned, "Deterrence Failure Revisited", in International Security, v 12 n 1, Summer 1987, pp. 197-213.

Lebow, Richard Ned and Janice Gross Stein, "Deterrence: The Elusive Dependent Variable." World Politics 42 (April 1990): 336-69.

Nalebuff, Barry, "Rational Deterrence in an Imperfect World." World Politics 43 (April 1991): 313-35.

Orme, John, "Deterrence Failures: A Second Look." International Security 11 (Spring 1987): 96-124.

Petersen, W. "Deterrence and Compellence: A Critical Assessment of Conventional Wisdom", International Studies Quarterly 30:269-294, 1986.

Schelling, Thomas. Arms and Influence. New Haven: Yale University Press, 1966.

Schelling, Thomas. The Strateqy of Conflict. Cambridge, MA: Harvard University Press,
1980.

Snyder, Jack L. "Rationality at the Brink: The Role of Cognitive Processes in Failures of Deterrence," World Politics, 30:345-365. 1978.

Steinbrunner, John, "Beyond Rational Deterrence," World Politics 28 (July 1976): 223-245.

Tetlock , Philip and et al. eds. Behavior society and nuclear war, 1989


Notes

[1] Jervis, ‘Deterrence Theory Revisited’, p. 289.
[2] Craig and George, p.180.
[3] Jervis, ‘Deterrence Theory Revisited’, p. 292.
[4] Jervis, ‘Rational Deterrence’, p. 190.
[5] Huth, ‘Extended deterrence’, 426.
[6] Game of chicken analogy – in situations in which the first choice of both sides is to stand firm, but in which both prefer retreating and letting the other side win to a mutually disastrous confrontation. Each side therefore tries to prevail by making the other think it is going to stand firm.
[7] Schelling, Arms and Influence, and Strategy of Conflict.
[8] Huth, ‘Extended Deterrence’
[9] Betts, ‘Conventional deterrence’, p. 177
[10] Brodie, ‘Anatomy’175.
[11] Jervis, ‘Deterrence and Perception’, p.13.
[12] Jervis, ‘Rational Deterrence’, 187.
[13] Downs, ‘The Rational Deterrence Debate’, p. 227.
[14] Snyder, ‘Rationality at the Brink’,p. 351.
[15] Craig and George, Force and Statecraft, p. 186-7.
[16] Jervis, ‘Deterrence Theory Revisited’, p. 290.
[17] Jervis, ‘Rational Deterrence’, p. 189.
[18] Levy, ‘Misperception and the Causes of War’, pp. 78-79.
[19] Levy, ‘Misperception and the Causes of War’, p. 80.
[20] Jervis , ‘Deterrence and perception’, p.20.
[21] Jervis, ‘Deterrence Theory Revisited’, p. 300.
[22] “In the absence of compelling domestic and strategic needs most leaders may be reluctant or unwilling to pursue confrontational policies even when they seem to hold out an excellent prospect of success.” Lebow, p. 275.
[23] On the other hand deterrence can also make a positive contribution toward regulating these less extreme kinds of adversarial relationships. It encourages policy-makers to define and articulate their commitments and thus to decide which interests are sufficiently vital to risk war to defend. Deterrence compels leaders to think about their national interests in the broadest sense, something that might not otherwise occur. Efforts to define and impart credibility to commitments can also reduce the probability of miscalculation by educating an adversary about vital interests and the kind of threats to them that a state is not prepared to tolerate. Salient commitments may also reduce the probability of a challenge through misunderstanding.
[24] Lebow and Stein, ‘I think therefore I deter’, 215.
[25] US extended deterrence worked in 1964 Johnson letter but not in 1974. Among many other things, leadership changed. Ecevit was more ready and willing to challenge the US than İnönü. Turkey calculated that it can not retreat from intervention after the 1964 ‘humiliation’. The international climate and legal grounds for intervention were ‘riper’ in 1974 than in 1964, and Turkish military capabilities were more developed, the place of Cyprus in Turkish politics expanded, public opinion became more ready and supportive.
[26] George and Smoke, p.182.
[27] Jervis, ‘Deterrence Theory Revisited’, p. 304.
[28] Jervis, ‘Deterrence Theory Revisited’, p. 295.
[29] Lebow and Stein, ‘I think therefore I deter’, 221.
[30] Lebow , Between Peace and War, p. 181.
[31] For an analysis of the conditions under which the strategy of deterrence is likely to provoke rather than prevent a use of force, see Robert Jervis, ‘Rational Deterrence’, pp. 183-207.
[32] Betts, ‘Conventional deterrence’ 177
[33] Huth, ‘Testing deterrence’, p. 470.
[34] Jervis, ‘Rational Deterrence’, 187.
[35] George and Smoke, p. 178. Among deterrence theorists there are lingering divisions over coding of deterrence successes and failures, and disputes over methods and case listings. In a sense, each side has produced evidence to support their interpretation of events. Perhaps what is needed is developing alternative testing strategies that lie outside the success/failure framework. What about ‘crises’ that never happened because of successful deterrence, or because both sides were satisfied with the status quo? What about situations in which neither a crises nor war occurred because one side chose to capitulate to the desires of the other? Jervis, ‘Rational Deterrence’, p. 194; Downs, ‘The Rational Deterrence Debate’, p. 228.
[36] Waltz, Theory of International Politics, p. 189.
[37] Jervis, ‘Rational Deterrence’, p. 184
 
12 October 2004
 
G-ABD 12 Ekim 2004
Silah Alımları


Belli bir ihtiyata payı bırakarak denebilir ki, Türkiye’nin AB üyelik süreci silah alımlarında da AB’ye belli bir kaymayı beraberinde getirecektir. AB ülkelerinin AB adayı bir ülkeye resmi ya da gayrı-resmi ambargo ya da kısıtlamalar koymaları ve mevcut olanları sürdürme ihtimali düşüktür. Bu durum ayrıca ABD’nin de Türkiye’ye silah satışlarında Kongre vasıtasıyla koyduğu bazı sınırlamaları gevşetici etki yapabilir. Bu arada ABD hükümeti Türkiye’nin F-16 savaş uçaklarını modernize etme talebini Kongreye bildirmiş ve.Türkiye modernize işlemleri için 3.9 milyar dolarlık bir paketi harekete geçireceğini ABD hükümetine iletmiştir. İşin ilginç yanı bu gelişmelerin savunma harcamalarında ekonomik ve stratejik nedenlerle, hem geçmiş döneme hem de daha önce ileriye dönük olarak yapılan projeksiyonlara göre indirime gideceği bir dönemde yaşanacak olmasıdır. Türkiye’ye silah satmaya istekli ülkelerin artması elbette olumlu bir gelişmedir ancak AB ülkelerinin şansının ilk etapta daha çok küçük bütçeli programlarda artması beklenebilir.

Silah, teçhizat, eğitim, doktrin ve askeri kültür olarak Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne daha yakın olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, orta uzun vadede ve daha mütevazi boyutlarda olmak şartıyla AB ordularıyla olan ilişkilerinin güçlenmesi ve silah alımlarında olduğu kadar kültürel olarak da AB orduları ile olan yakınlığının artması beklenebilir. Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin AB normlarına yaklaşması da bu sürece etki yapacak bir diğer faktör olabilir. Bu süreç Türkiye’nin AB üyeliğinin salt bir ihtimal olmaktan çıkıp daha muhtemel olması ile hızlanabilir. Bu tür bir tespitte bulunmak ille ABD ve Avrupa arasındaki farklılığın abartılması ya da bu iki güç arasında Türkiye için amansız bir rekabet olduğu anlamına gelmemelidir. Bu iki gücün arasındaki ilişkilerin “artık eskisi gibi olması” ihtimali düşükse de topyekün bir kopuşun yaşanması da o kadar zordur. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
11 October 2004
 
G-ABD 08 Ekim 2004
Avustralya-Afganistan-Irak


Avustralya’daki seçimleri Bush yanlısı Başbakan Howard’ın kaybetmesi halinde bu durum İspanya ile başlayan trendin bir devamı olarak görülerek Demokrat aday Kerry tarafından Başkan Bush’a karşı etkili bir şekilde kullanılabilir. Avustralya’da muhalif lider Latham neredeyse bütün kampanyasını Irak savaşı karşıtlığı üzerine oturtmaktadır. Howard’ın kaybetmesi halinde Kerry “Bush’un politikaları bizi öyle yalnızlaştırıyor ki ABD yanlısı her yabancı lider seçimi kaybediyor” diyebilir ve belki de bu trendin Blair ile de devam edeceğini iddia edebilir. Bilindiği gibi İngiltere’de Muhafazakar Parti bile otomatik olarak ABD ve Bush yanlısı olarak görülen pozisyonundan sıyrılmaya çalışmaktadır. Ancak Avustralya ekonomisindeki olumlu trend Howard’ın şansının yine de daha fazla olduğunu düşündürtmektedir. Bu hafta sonu yapılacak diğer önemli bir seçimde Afganistan’dadır. Seçimleri Karzai’nin kazanmasına kesin gözüyle bakılmakla beraber, katılımın düzeyi ve kalitesi de önemlidir. Bu arada ABD seçimlerinden önce hızla bir “başarı hikayesine” ihtiyaç duyan Bush ekibinin Afgan seçimlerini aceleye getirdiği iddia edilmektedir. Karzai seçimleri kazansa dahi “Kabil Belediye Başkanı” olmaktan öte büyük bir otoritesi olmadığı düşünülmektedir.

Irak’a gelirsek, Sünni direnişçilerin elindeki ceplerin temizlenmesinden önce ABD’nin Irak Geçici Yönetimi vasıtasıyla diplomasiyi kullandığı görülmektedir. Sadr şehrindeki gerillalar için de ağır silahlarını teslim etmeleri karşılığında ABD’nin bu gruba yönelik saldırıları durdurma sözü vermesi gündemdedir. Sünni bölgeler belli ölçülerde “tekrar işgal edilebilir” ama bunun sağlayacağı güvenliğin bölgede seçimlerin yapılmasına izin verecek boyutta olması ve Sünnilerin seçime büyük ölçüde katılmasını beklemek doğu olmayabilir. ABD Irak’taki sınırlı askeri nedeniyle bu cepleri ele geçirse bile çok uzun olmayan bir süre sonrasında buraların kontrolünü henüz bu iş için yeterince güçlü olmadığı düşünülen Irak Güvenlik Güçlerine devretmek zorunda kalacaktır. Bu nedenle ABD saldırısının –eğer Washington bu işin altından kalkabileceği sonucuna varırsa - seçimlerden kısa bir süre önce olması da gündeme gelebilir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
8 October 2004
 
G-ABD 07 Ekim
Irak Raporu – ABD ve Rusya


Başkan Bush bir süredir Irak’ta kitle imha silahlarının bulunmadığını soranlara “Charlie’nin raporunu bekleyin” diyerek cevap veriyordu. Ancak Charlie’nin (Charles Duelfer) raporunun da işaret ettiği gibi Saddam’ın nükleer silahı ya da bu silaha sahip olmak için anlamlı bir programı olmadığı artık “resmiyet” kazanmıştır. Saddam’ın İran’ı caydırmak için bu program ve silahlara sahipmiş gibi davranarak blöf yaptığı belirtilmektedir. CIA ve sonradan geri adım atmaya çalışsa da Donald Rumsfeld El Kaide ile Irak arasında bir ilişki olmadığını belirtmişlerdir. Bütün bunlar alt alta toplandığında savaşın “resmi” nedeni olarak gösterilen kitle imha silahları ve daha az ölçüde telaffuz edilmekle beraber özellikle Başkan Yardımcısı Cheney’nin şampiyonlupunu yaptığı El Kaide bağlantısı tezleri çökmüştür. Ayrıca savaş sonrası dönemle ilgili olarak Paul Bremer Irak’ta yeterince asker bulundurmadıkları ve Irak ordusunu dağıtmalarının büyük bir hata olduğunu itirafı da eklenirse Irak savaşının hem “resmi” mantığı hem de uygulamasının hatalarla dolu olduğu bizzat Yönetimin veya Amerikan devletinin yetkili kişileri tarafından kabul edilmiştir denebilir. Tüm bunlar seçimin bir numaralı tartışma konusu olarak görülen Irak konusunun Bush için ciddi bir zaaf yaratacağını ortaya koymaktadır.

Richard Holbrooke Financial Times gazetesinde yayınlana yazısında ABD’nin Rusya ile ilişkilerinde öncelik vermesi gereken konunun Putin ile iyi geçinmek değil bu ülkede reformu teşvik etmek olması gerektiğini yazdı. Holbrooke, Putin’in merkeziyetçi ve sert politikalarının sadece Rusya’nın içine değil Gürcistan gibi ülkelere yönelik de uygulandığını savundu. Holbrooke, Putin ile dürüstçe konuşulması, demokrasi programlarının desteklenmesi, bölgesel ülkelerin de diyaloğa dahil edilmesi ve kitle imha silahlarının yayılması konusunun ikili ilişkideki rolünün arttırılması gerektiğini belirtiyor. Bilindiği gibi Holbrooke John Kerry’nin seçilmesi halinde Dışişleri Bakanlığı için isimi geçen adayların başında geliyor. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
7 October 2004
 
G- ABD 06 Ekim
Irak ve Afganistan’da Seçimler


Irak’taki seçim Amerikan seçimlerinden sonra olacaksa da bu ülkede ve Afganistan’da yaklaşan seçimlerin “kalitesi” Bush Yönetimi’nin dış politika performansı ile ilgili olarak Amerikan seçmenlerine önemli işaretler verecektir. Bu iki ülkeden Afganistan’da seçimlerin nispeten daha az olaylı geçmesi beklenebilir ama bu büyük ölçüde ülke savaş lordları arasında paylaşılmış olduğundan olacaktır. Hemen her bölgede halkın kontrolü elde tutan liderlere veya onların gösterdiği adaylara oy vermeye zorlanması beklenmektedir. Bu durumun demokrasi ideali ile alakası yoktur ama Afganistan’da yanıltıcı da olsa görünürde Irak’la kıyaslanmayacak şekilde bir istikrar sağlandığı iddia edilebilir. Başkan Bush ve Cheney hemen her konuşmasında yaklaşık 10 milyon Afganlının seçmen olarak yazıldığının ve bunların yarıya yakınının olduğunun altını çizmektedirler.

Irak’ta ise durum çok daha karmaşık ve zorlu görünmektedir. Seçimlerin Ocak’ta yapılabilmesi için gerekli görülen Felluce gibi direnişçilerin kontrolü elde tuttuğu ceplerde kontrolün tekrar ele geçirilmesi başlı başına zorlu bir iş görülmektedir. Ayrıca bu bölgelerde direnişçiler, çok sayıda sivilin ölmesi beklenebilecek saldırılarla yok edilse ya da direnişçiler sivil halkın arasına karışarak görünüşte kontrolü Amerikan kuvvetlerine bıraksalar bile, ülkede seçimin yapılabilmesi hala zor olacaktır. Direnişçiler, muhtemelen Sünni bölgesi dışında da, halkı propaganda faaliyetleri ile, zor kullanarak ve korkutarak oy kullanmaktan vazgeçirmeye çalışacaklardır. ABD kuvvetlerinin Samarra’da gerçekleştirdiği ve arkasının gelmesinin beklenen ve aslında Amerikalı generallerin uzun süredir yapmak istedikleri ama Washington’dan kaynaklandığı düşünebilecek siyasi emirlerle durdurulan operasyonlar Amerikalıları ümitlendirmiştir. Burada daha önce ifade edildiği gibi eğer Bush kamuoyu yoklamalarında geriye düşerse riskli ama başarılı olunduğu takdirde Irak ile ilgili olarak Amerikan kamuoyunda oluşan başarısızlık duygusunu tersine çevirebilecek potansiyelde askeri operasyonlar için düğmeye basabilir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
6 October 2004
 
G-ABD Günlük 05 Ekim
Rumsfeld, Bremer ve Irak

ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Dış İlişkiler Konseyi’nde yaptığı konuşmada ABD kuvvetlerinin Samarra’da kontrolü ele geçirmesinin ülkedeki direniş ceplerini ele geçirmek için bir model olabileceğini belirtti. Rumsfeld bu bölgelerde kontrolü ele geçirmek için diplomasi, güç kullanma tehdidi ve güç kullanımından oluşan üç basamaklı bir plandan bahsetti. Rumsfeld aynı toplantıda ayrıca Saddam ile El Kaide arasında bir ilişki olduğuna dair şimdiye kadar hiçbir “güçlü, sağlam kanıt” görmediğini söyledi. Bilindiği gibi Başkan Yardımcısı Dick Cheney hala bu arada bir ilişki olduğunu savunuyor. Rumsfeld’in bu “itirafı” bir dil sürçmesi mi, bir dürüstlük örneği mi, sorumluluğu kendi üzerinden atma çabası mı, yoksa şu anda kimsenin anlamadığı planlı bir hareket mi, buna karar vermek zor görünüyor. Ama önümüzdeki dönemde Demokrat aday Kerry’nin Rumsfeld’in bu sözüne sık sık atıfta bulunacağından emin olabiliriz

Bu arada yaklaşık bir yıl süre ile ABD’nin Irak’taki Geçici Yönetimi’ni idare eden Paul Bremer de işgalin başlarında, yeterince asker bulundurmamak ve kanunsuzluk ile yağmayı önlememek gibi ciddi hatalar yaptıklarını itiraf etti. Böylece Bremer de Bush Yönetimi için çalıştıktan sonra Yönetimi ciddi sayılacak şekilde eleştiren Richard Clarke ve Paul O’Neill gibi isimlere katılmış oldu. Bremer’ın bu itirafı da Demokrat aday tarafından Başkan Bush aleyhine kullanılacaktır. Cumhuriyetçi Parti içinde Bush’un performansını eleştiren önde gelen senatörlerden sonra artık tek tük de olsa eleştirinin ötesine geçerek açıkça John Kerry’nin seçimi kazanmasının hem ülke hem de Parti için daha doğru olacağını belirtenler de çıkmaktadır. Hatta denebilir ki bu şekilde düşünen Cumhuriyetçilerin sayısı bunu açıkça söyleyenlerden oldukça fazladır. Ancak Bush ile ilgili Cumhuriyetçi Parti’nin üst yapısında oluşan bu çatlak partinin seçmen kitlesine pek yansımamış görünmektedir. Kendini Cumhuriyetçi olarak tanımlayan seçmenlerin Bush’a verdiği desteğin oranı kendini Demokrat olarak tanımlayanların Kerry’e verdiği desteğin oranından hala oldukça yüksektir. Bu arada son bir not olarak özellikle bazı eyaletlerde son dönemde ciddi seçmen sayımı hareketi görülmektedir ve bu seçime katılımın ABD için yüksek sayılabilecek bir şekilde geçmesi beklenmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)
 
5 October 2004
 
G-ABD 04 Ekim 2004
Irak’taki ABD Üsleri

ABD Irak’ta, örneğin bundan beş ya da on sene sonra da istihbarat amaçlı ya da sembolik olanın ötesinde bir askeri güce ve üs yapısına sahip olacak mı? Ya da en azından, Washington yeni kuvvet planlarının genel olarak öngördüğü gibi, barış zamanında silah ve teçhizatın depolandığı ve az sayıda askerin bulunduğu ama kriz anında hızla çok büyük askeri bir gücü kabul edebilecek türden üsleri Irak’a yerleştirebilecek mi? ABD’nin Irak’ta barış zamanında 50 bin kişilik bir kuvvet bulundurmasının yıllık maliyetinin 7 milyar dolar gibi ABD için kabul edilebilir bir askeri maliyeti olduğu hesaplanmaktadır. Ayrıca, kesin verilmiş bir karar olmasa da ve John Kerry’nin seçilmesi ile değişme ihtimali olmakla beraber, mevcut yaklaşık 140 bin kişilik gücün en azından 2007’e kadar kalacağı düşünülmektedir.

Bu konu Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir konudur. Konuyla ilgili olarak geniş fırça darbeleri ile spekülasyon yapmak gerekirse, Irak’ta bu tür varlığın bulunması ABD’nin Türkiye’den başta İncirlik olmak üzere askeri üslerle ilgili talebini azaltabilir. Türkiye yaklaşık son elli yıldır bu tür bir gelişmenin ABD’nin gözünde öneminin azalması sonucunu getireceğinden endişelenmiştir. Ama artık belki de bu endişeden sıyrılmak, Washington’un gözünde önemli olmanın mahzurlarının ve bedellerinin farkında olmak ve ABD için önemli olmayı bir saplantı haline getirmekten çıkarmak gerekmektedir. Veya en azından önemli olmanın tek ve en önemli şartının süpergüce üs vermek olmadığını görmek zorundayız. Bunu söyledikten sonra şu da itiraf edilmelidir ki, ABD özellikle K. Irak’ta uzun dönemli bir üs yapısı kurabilirse bu durum bölge ile ilgili siyasi tercihlerinde Kürtler lehine –birçoklarına göre halihazırda yeterince olduğu gibi- ağırlığını arttırmasını getirebilir. (Şanlı Bahadır Koç, ABD Masası, Araştırmacı)




 
U.S. foreign policy, Middle East, Turkey and Beyond

ABD dış politikası, Orta Doğu, Türkiye ve Ötesi

Şanlı Bahadır Koç,


If you want to receive it early in the morning subscribe to FPR
TurcoPundit Home
Pre-March 2004Archive

ARCHIVES
March 2004 / April 2004 / May 2004 / June 2004 / July 2004 / August 2004 / September 2004 / October 2004 / November 2004 / December 2004 / February 2005 / May 2005 / June 2005 / October 2005 / November 2005 / December 2005 / January 2006 / February 2006 / March 2006 / April 2006 / May 2006 / June 2006 / July 2006 / August 2006 / September 2006 / October 2006 / November 2006 / December 2006 / January 2007 / March 2007 / April 2007 / May 2007 / June 2007 / July 2007 / August 2007 / September 2007 / October 2007 / November 2007 / December 2007 / January 2008 / February 2008 / March 2008 / April 2008 / May 2008 / June 2008 / July 2008 / August 2008 / September 2008 / October 2008 / November 2008 / December 2008 / January 2009 / February 2009 / March 2009 / April 2009 / May 2009 /

What they have said about Foreign Press Review
"FPR'ın iki "kötü" özelliği var: 1. Alışkanlık yaratıyor, onsuz yapamaz hale geliyorsunuz; 2. Değeri alındığı değil, arada bir de olsa, alınamadığı vakit anlaşılıyor. Bir de sürekli bir kaygıya yol açıyor; 'Ya bir gün kesilir ve onu hiç alamazsam' duygusuyla sürekli yaşamak kolay değil."

Cengiz Çandar


"... fantastic .... an outstanding and unique service, not just for those who follow Turkey closely, but those who follow international trends and ideas. ... selection of material is some of the best anywhere ... coverage of the Turkish press and Turkish issues is truly unsurpassed .... outstanding and intelligent service"

Graham Fuller


"... extremely useful"

Andrew Mango


"FPR olmadan ne yapardım ya da bugüne kadar ne yapmışım bilemiyorum"

Soli Özel


"Güne başlamak için FPR’den daha iyi bir yol düşünemiyorum"

Hasan Ünal


Makaleler


Ankara ve Güneydeki Riskler 29 Aralık 2011
İslamcı Dalga Üzerine 5 Aralık 2011
Ankara’ya Suriye ile İlgili Bazı Tahlil, Tahmin, Uyarı ve Öneriler 2 Kasım 2011
İran ile İlgili Son Amerikan İddiaları ve Türkiye 16 Ekim 2011
Ankara Suriye’de “Rejim Değişikliği” Politikasına Geçerken 28 Eylül 2011
Türk Dış Politika Gündemine Dair 7 Kısa Not 6 Eylül 2011
“Zafer İlan Et ve Kaç:” ABD ve Afganistan’dan “Sorumluca” Çekilmenin Mantığı 23 Haziran 2011
Orta Doğu'da Durum Raporu 25 Mayıs 2011
Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine Notlar 25 Mayıs 2011
Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine 15 Kısa Not 3 Mayıs 2011
ABD ve Karadeniz Nisan 2011

Türkiye Beşar’a Ne Demeli? Suriye'de “52 Cuma” Reformsuz Geçmez 20 Nisan 2011
Amerika-Sonrası Dünyanın Provası Olarak Libya Krizi ve Türkiye 22 Mart 2011
“Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?”: Orta Doğu’daki Değişim Dalgasının Neden, Şekil ve Olası Sonuçları 10 Şubat 2011
Analiz Üzerine Notlar 14 Ocak 2011
Wikileaks Üzerine Notlar ve Yorumlar 23 Aralık 2010
Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar 29 Kasım 2010
Amerikan Travması ve Kongre Seçimleri 23 Kasım 2010
Füze Savunması Üzerine 20 Soru ve 5 Seçenek 20 Ekim 2010
Obama Ekibinde Yaprak Dökümü - Beyaz Saray’dan Kaçış mı? 12 Ekim 2010
"Kürt Devleti" Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler 23 Eylül 2010
Mullen’ın Ankara Ziyareti 7 Eylül 2010
ABD’nin Afganistan’daki Seçenekleri 24 Ağustos 2010
Financial Times Haberinin Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Düşündürttükleri 18 Ağustos 2010
İsrail-ABD-İran-Türkiye Dörtgeni 26 Temmuz 2010
Bay Netanyahu Washington’a Gitti: Böyle mi Olacaktı, Obama? 16 Temmuz 2010
Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi Temmuz 2010
Rus Casusluk Olayı: "John Le Carre mi, Austin Powers mı?" 5 Temmuz 2010
“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü 02 Haziran 2010
Nükleer Takas: “Savaşı Bitiren Anlaşma” mı, “Acem Oyunu” mu? 20 Mayıs 2010
ABD Irak’tan Çekilirken Riskler ve Hesaplar 1 Mayıs 2010
ABD-İsrail İlişkilerinde “Normalleşme” Sancıları 22 Nisan 2010
Obama’nın Nükleer Cazibe Taarruzu: Bardağın Üçte Biri Dolu 9 Nisan 2010
ABD-İsrail İlişkilerinde “Tektonik Kayma” mı? 5 Nisan 2010
Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu 19 Mart 2010
Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler 8 Mart 2010
Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler 8 Mart 2010 (word)
Bütçe Açığı ve Amerikan Gerilemesinin Ekonomi Politiği 19 Şubat 2010
Cemaat-skeptic 6 Ocak 2010
AKP bir seçim daha kazanırsa burası FC olur 4 Ocak 2010
ABD bu işin neresinde? 29 Aralık 2009
Türkiye-Ermenistan Protokolü Üzerine Düşünceler 3 Eylül 2009
"Obama’nın Savaşı":AfPak Üzerine Notlar 20 Nisan 2009
Obama’nın Ardından 17 Nisan 2009
Obama’nın Türkiye Gezisi ve Türk-Amerikan İlişkileri 19 Mart 2009
ABD ve Orta Doğu Barış Süreci Mart 2009
Obama’nın “Kırkı Çıkarken” Mart 2009

ABD-PKK “İlişkisi” Üzerine Notlar Şubat 2009
Mahşerin Üç Atlısı: Ross, Holbrooke ve Mitchell 5 Şubat 2009
SOFA ABD için Irak’ta “Sonun Başlangıcı” mı? Ocak 2009
Obama Döneminde ABD ve Asya 15 Ocak 2009
Obama’nın Güvenlik Kabinesi Üzerine Notlar 4 Aralık 2008
Yeni ABD Başkanı Obama ve Türk-Amerikan İlişkileri 6 Kasım 2008
ABD Başkanlık Seçimlerinin Türk-Amerikan İlişkilerine Muhtemel Etkileri 30 Ekim 2008
ABD Başkanlık Seçimleri Ekim 2008
Obama’nın Biden’ı Tercihinin Bir Tahlili 26 Ağustos 2008
Amerikan Sağı Üzerine Notlar Ağustos 2008
Gürcistan Krizi, ABD ve Türkiye 11 Ağustos 2008
Obama'nın Dış Gezisi 29 Temmuz 2008
Başkan Bush’un Avrupa Gezisi ve Transatlantik İlişkileri 18 Haziran 2008
ABD Seçimleri (ppt) - 10 Haziran 2008
"Sessiz Tsunami": Global Gıda Krizi (ppt) - 29 Nisan 2008
Amiral Fallon'un İstifası 13 Mart 2008
ABD ve PKK İlişkisi Üzerine Notlar 22 Kasım 2007
“İçeride Liberal, Dışarıda Şahin”: K. Irak’a Harekat Üzerine Notlar 25 Ekimy 2007
K.Irak'a Ekonomik Müeyyideler Üzerine Sorular 25 Ekimy 2007
Irak "Hamle"sinin Muhasebesi Eylül 2007
Türk-Amerikan İlişkileri - Yeni Dönemin Gündemi Eylül 2007
ABD, K. Irak ve Türkiye Üzerine Notlar ve Sorular Haziran 2007
ABD ve Orta Doğu: "Müflis mirasyedi" mi "stratejik deha" mı? Mayıs 2007
Recommendations for Strengthening U.S.-Turkish Relations February 26, 2007
ABD'nin Irak'taki Seçenekleri Ocak 2007
'Topal Ördek'le İki Yıl Daha: 2006 Kongre Seçimleri Aralık 2006
U.S.: Empire, Gulliver or the “First Among Unequals” (ppt) - ASAM 2023 Conference - October 2006
Türk-Amerikan İlişkilerinde “İkinci Bahar” mı, “Sonun Başlangıcı” mı? Stratejik Analiz - Haziran 2006 -
Irak’ta Direnişin ve İşgalin Gölgesinde Demokrasi Deneyi Avrasya Dosyası - İslam ve Demokrasi Özel Sayısı
Gurur ve Önyargı: ABD İran Gerginliği ve Türkiye Stratejik Analiz Nisan 2006 - (pdf)
Arzın Merkezine Seyahat: ABD Ulusal Güvenlik Konseyi - Journey to the Center of the World: U.S. National Security Council Avrasya Dosyası 2005
Dört Tarz-ı Siyaset: Türk-Amerikan İlişkileri ve Başbakan Erdoğan’ın Washington Ziyareti Temmuz 2005
11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: Eski Dostlar mı Eskimeyen Dostlar mı? Avrasya Dosyası - 2005
“Dört Yıl Daha”: Yeni Bush Yönetimi ve Dünya Aralık 2004
2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri Aralık 2004
Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti Nisan 2004 - eksik
Askerî Alanda Devrim: Askerî Bir Senfoni Ocak 2004
Çirkin Amerikalı’ ile ‘Güven Bunalımı’: ‘Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişkileri Temmuz 2003 - ( pdf )
The Middle East: A Land of Opportunity and Peril for Turkey - May 2003
Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı? Mayıs 2003
Türkiye, ABD ve Irak Harekâtı: Hayır Diyebilen Türkiye? - Şubat 2003
Değişim, ‘Sense of Proportion’ ve Tarihin Yararları ile Sınırları Üzerine Nisan 2003
ABD Güvenlik Politikalarında Güç Kullanımı ve Caydırıcılık Ağustos 2002
“Yalnız Kovboy” ya da “Eşit Olmayanlar Arasında Birinci”: ABD Dış Politikasında Tektaraflılık-Çoktaraflılık Tartışmaları Mart 2002
İyi, Kötü ve Çirkin: ABD'nin Orta Doğu Politikaları Ocak 2002
Unilateralism corrupts, absolute unilateralism corrupts absolutely Turkish News, May 21, 2002
ABD ve Afganistan: Çıkış Var mı? Kasım 2001
Realism and Change
Crime and Punishment - Deterrence and its Failure in Theory and Practice 2001
“Tüketebileceğimizden Daha Fazla Değişim” ya da Eskimeyen Dünya Düzeni Ekim 2001
“ABD-AB İlişkilerinde Metal Yorgunluğu” Haziran 2001
It never rains circa. 1991.
.



Powered by Blogger