G-ABD 01 Temmuz 2004
Türkiye, AB ve ABD
Washington’un Türkiye’nin AB süreci ile ilgili yaklaşımı değişik spekülasyonlara neden olmaktadır. En genel şekliyle ABD’nin bu sürece olumlu baktığına inananlarla buna inanmayanlar arasında bir tartışma yaşanmaktadır. İlk görüşü savunanlar, Türkiye’nin Batı kampına demirlenmesi, demokrasisinin garanti altına alınması ve ülkenin genel bir istikrar trendine girmesi için AB perspektifinin elzem olduğunu ve bunların hepsini kendine çıkarlarına uygun gören ABD’nin
Bush’un konuşmasında olduğu gibi bu sürece verdiği desteğin samimi olduğunu düşünmektedir. Konuya bir parça daha farklı yaklaşanlar ise ABD’nin desteğinin Türkiye’nin kendisi ile ilgili düşüncelerden çok, Washington’un kendisine karşı orta ve uzun vadede – bazılarına göre halihazırda- rakip olabilecek AB’nin olabildiğince büyüyerek sulanması ve gevşemesini istemesiyle ilgili olduğunu düşünmektedirler. Bu düşünceye göre ABD Türkiye’nin üye olmasıyla İngiltere ve yeni yeni Polonya’nın olduğu gibi AB içinde –anlamı tam olarak tanımlanmayan- bir “Truva atı” olabileceğini ummaktadır. Ankara böyle bir role razı olmasa bile Türkiye’yi hazmetme sürecinin AB’nin enerjisinin önemli bir bölümünü tüketeceği umuluyor olabilir.
İkinci ve giderek daha çok taraftar bulmaya başlayan –ama belki hala azınlıkta olan- görüşe göre ise Washington, tersi söylemine rağmen, aslında Türkiye’nin AB üyeliğini arzu etmemektedir. Ancak a) bunun zaten mümkün olmadığını düşündüğü için, b) bu üyeliğe açıkça karşı durmanın “şık olmayacağını” ve bu durumun Türkiye’nin kendisine bakışını olumsuz etkileyebileceğini düşündüğü için, veya c) bu süreci durdurmanın mümkün olmadığına kanaat getirdiği için bu arzusunu açıkça ifade etmekten kaçınmaktadır. Hatta bir başka görüşe göre Washington d) Türkiye’nin üyeliği konusunda yaptığı ısrarlı ve belki de abartılı çağrı ve jestlerin için için ters tepmesini ve AB üyelerinin konuya bakışını olumsuz etkileyerek bu üyeliği engellemesini ummaktadır. Bu noktada 1) ABD’nin ve hatta Bush Yönetiminin içinde farklı bakış açıları olabileceği, 2) Aslında ABD’nin bu konuda net ve değişmez bir politikası olmadığı; 3) Böyle bir politika varsa bile bunun Washington tarafından umulan türden bir sonuç vermeyebileceği ihtimalleri de yok sayılmamalıdır. Örneğin Türkiye’de Clinton tarafından bu konuda verilen desteğin hem daha “samimi” olduğu hem de belki de bu yüzden olumlu anlamda daha etkili olduğu (Helsinki) düşünülmektedir. Bush Yönetimi’nin “gerçek fikirlerini” dışarı olduğu için daha rahatlıkla telaffuz ettiği düşünülen Richard Perle ve Bernard Lewis gibi isimlerin Türkiye’nin AB üyeliğini onaylamadıklarını ve ABD-İsrail çizgisinde kalmasını tercih ettiklerini belirtmeleri bu konuyu anlamaya çalışan kişilerin dikkate almamazlık edemeyecekleri bir nokta olmuştur.
Son olarak denebilir ki, belki -gerçekleşmesi halinde- üyelikten sonra Türkiye AB içinde Washington’un umduğu türden roller oynayacaksa bile, üyelik konusunda iyimser olmakla tanınanların dahi on yılı aşabileceğini tahmin ettikleri müzakere süreci boyunca Türkiye’nin stratejik tercihlerini AB’ye ve bunun içinde de üyeliği ile esas kararı vereceği düşünülen Fransa ve Almanya’nın başı çektiği gruba yaklaştırması yüksek bir ihtimaldir. Türkiye’nin ABD’nin Irak harekatına karşı daha önce düşünülemeyecek kadar eleştirel pozisyonun ve 1 Mart olayının arkasındaki bir çok faktörden birinin de AB perspektifi olduğu iddia edilebilir. İleride Türkiye “Avrupalılığını” kanıtlamak için dış politikasını ve bazı önemli ihale, yolcu uçağı gibi büyük yekun tutan ticari tercihlerini ve hatta silah alımlarının en azından bir kısmında AB ülkelerine öncelik verebilir. Kısacası, ABD’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda söyledikleri ile gerçek niyetleri arasında olduğu kadar, hesap ve beklentileri ile yaşanacaklar arasında belli bir fark olabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)