G-ABD 30 Haziran 2004
BOP ve Biz
Orta Doğu’ya örnek-model-ilham kaynağı-lider olarak gösterilmek gurur okşayıcıdır. Eğer bunun başta terör eylemlerine hedef olmak gibi potansiyel bedelleri olmasaydı bu bile tek başına yeterince olumlu bir şey olabilirdi. Çünkü, aynen şeref gibi, uluslararası ilişkiler teorisyenleri tarafından göz ardı edilen ya da küçümsenen gurur, sadece kişisel ilişkilerin değil dış politikanın da önemli bir unsurdur. Ama madem model olmanın potansiyel bir bedeli vardır, o zaman bu bedel karşılığında, en azından orantılı ve tercihen daha büyük bir şeyle tazmin edilmeyi talep etmemiz gerekir. Bunu alıp alamayacağımız başka bir şeydir ama bu bir şeyler istememiz gerektiğini değiştirmez. Uluslararası ilişkilerde sadece alabileceğimiz şeyleri istememiz gerektiği şeklindeki ve şaşırtacak kadar çok taraftarı olan düşünce yanlıştır. AB üyelik adaylığı – eğer gerçekleşirse- AB’nin normalde yanaşmayacağı bir şey olduğu için, başka şeylerin yanında bu rolün de bir karşılığı/sonucu olarak görülebilir. Bunu zaten Türkiye’nin doğal hakkı olarak görenler varsa da kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin adaylığına karşı Avrupa’da ciddi, kolay göz ardı edilemeyecek ve zaten Avrupalı liderlerin de kolay göz ardı etmeyecekleri, popüler –ama belki de su geçirmez olmayan- argüman ve endişeler vardır (büyüklük, fakirlik, farklılık ve artı ve eksi yönleri ile eşsiz, tehlikeli ve vaatkar bir coğrafya.) Türkiye’nin “rolü” ve potansiyeli bu argümanların üstesinden gelmeye yeterse zaten bu Avrupa kanadından Türkiye’nin bu projeden çıkardığı önemli bir kazanç olacaktır.
Peki ABD “özel olarak” ne yapacak Türkiye için? Bizim “hakkımızı”, “kar payımızı” istemenin ötesinde, Washington açısından da, “doğru şeyler yapan” ülkelerin ABD tarafından “maddi ve manevi” olarak ödüllendirildiğinin görülmesi bu projeye olan yaklaşımı müspet yönde etkileyecektir. Washington, ‘bakın Türkiye gibi demokratikleşirseniz ve modernleşirseniz Sam Amcanız da sizi “görecektir”’ diyebilmelidir. Türkiye olumlu anlamda bir “konu mankeni” olarak bu işten “ekmek yemelidir.” Bu arada “konu mankenliğinin olumlusu da mı olurmuş” sorusu meşrudur ama cevabı bu soruyu soracakların muhtemelen düşündükleri kadar kesin değildir. Bu arada bazıları diyebilir ki, ‘Türkiye’nin bu projede oynadığı rolle ille “maddi” bir kazanç elde etmesi gerekmez. Türk demokrasisinin Batı tarafından “sigortalanması” ve yaşadığı coğrafyanın demokratikleşmesi ve modernleşmesi yapılan “masraf” ve üstlenilen “riskin” karşılığı olarak zaten az değildir’.
Doğal olarak yukarıdaki “hak”, “kar payı”, “kazanç” gibi ifadelerle gerçekten -ya da sadece- ekonomik getiriler değil, “söz hakkı”, “ağırlık ve etkinlik”, ve “hassasiyetlerine ve çıkarlarına saygı gösterilmesi” gibi şeyler kastedilmektedir. Kabul etmek gerekir ki, bu kavramları her zaman somut şeylere çevirmek ve onların muhasebesini tutmak kolay ve hatta mümkün olmayabilir. Uluslararası ilişkilerde “siyasi büyüklükleri” birbiriyle kıyaslamak denenmesi mutlaka gereken ama belki de objektif olarak başarılması imkansız bir şeydir. Türkiye’nin üslerini açması “kaç tane PKK ile mücadele eder”? AB adaylığını almak K. Irak’ta gerekirse askeri harekat düzenleme hakkından vazgeçmek artı Kıbrıs’ta yeni ödünler istemesinden ne kadar büyüktür? Sorun bu sorulara cevap vermek isteyecek insan bulmak değil ama bu cevapların belki de kaçınılmaz olarak subjektif olacak olmasıdır. Buna bir sorun değil de Türkiye’deki dış politika tartışmalarının teşvik edilmesi gereken bir zenginlik ve çoğulculuk olarak bakanlar da olabilir.
Başa dönmek gerekirse Ankara bu projeye, kendi entelektüel ve siyasi katkısını yapmakta ısrar ederek ve şartlı olarak destek vermelidir. Bu şartın da, “oburluk ve görmemişlik” işareti olarak görülebilecek ve sonuçta hiçbiri gerçekleşemeyen uzun bir istek listesi şeklinde değil, Bush’un bile anlayabileceği tek, basit, somut ve hayati bir şey olmalıdır. Bu şey “Irak’ın ne olursa olsun bölünmemesi” olabilir. Zaten Amerikalıların da farkında olduğu ama olayların sarpa sarmasıyla belki unutabilecekleri gibi Irak’ın bölünmesi Büyük Orta Doğu projesinin de sonunu ifade edebilir. Ancak son dönemde ABD’nin verdiği sözler ile ilgili tecrübemiz de düşünülürse bu şartın ayrıntılandırılması ve karşı tarafın sözünü tutmaması halinde uygulanacak ciddi müeyyidelerin de kayda geçirilmesi doğru olabilir.
Bu noktada ABD ile Türkiye arasındaki asimetrileri göstererek Türkiye’nin Washington’a uygulayabileceği müeyyide olamayacağını, Türkiye’nin ABD’nin gazabından kurtulup onun tarafından “şefkatle okşanmasının” ve “sırtının sıvazlanmasının” zaten yeterli olduğunu düşünenler de vardır. Amerikan hegemonyasının moral ayağı zayıflamasa ve siyasi ayağı genel bir direnç görmese doğru olabilecek bu düşünce şu an için geçerliliğini yitirmektedir. Amerika ile “çatır çatır” pazarlık yapmanın mümkün olduğu bir dönemden geçilmektedir. Bu süre bir süre sonra sona erebilir. ABD Irak gibi “stratejik fazlalıklarından” kurtulduğunda yine Türkiye dahil herkese asimetrik bir üstünlük sağlayabilir.
Ama şu anda Bush’un dünyanın gönlünü hoş tutmak zorunluluğu vardır. Bu noktada haklı olarak sorulan önemli soru, son dönemde Irak, BM, G-8, Nato ve BOP gibi konularda gerçekleşen nisbi “geri çekilmenin” ne kadar taktik ve ne kadar kalıcı olduğudur. Joseph Nye, Bush Yönetiminin dış politikasının eski Amerikan Başkanlarından Hamilton, Jackson ve Wilson ile özdeşleşen okulların bir koalisyonu olduğunu ve Irak’ta yaşanan –ve ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın gizlenemeyen- başarısızlıktan sonra şimdi bu koalisyonun çözüldüğünü düşünmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)